Her can
aynı ateşte pişmez ki! Bazı canlar erken pişer, olgunlaşır. Bazıları daha da
erken pişer, bilgeleşir. İşte o canlardan biriyim. Ve küçük yaşımda, yaşamımın
korlandığı bir bilgeyim. Bilgili insanların bolca olduğu, bilgelerin ise bir
elin parmaklarını geçmediği dünyada, ben bir bilgeyim. Sizlere aktarmak
istediğim “bilge”lik. Kulaklarınızı açın da dinleyin. Bilgiyi bulmak
kolay, bilgeyi bulmak zor.
Ben bir yuva çocuğuydum. Sessiz, uysal,
insanlardan kaçan. Yuvalı olmamı bile anlayamayacak kadar küçükken oldum “Yuva
Çocuğu.” Annemin beni bıraktığı bir gün, henüz daha küçücükken anlamaya
çalıştığım anlar. Düşünsenize, o kadar sevdiğiniz annenizin ellerinizin
arasından uçup gittiğini. Hayattaki tek dayanağınızdan bir gün ayrıldığınızı.
Nedenini asla sorgulayamadığınızı. Anlamsızlığın ortasında, henüz küçücükken
dünyayı anlamlandırmaya çalıştığınızı. Suçlu mu annem, bilemem. Ama gerçeklik
ortada. Henüz altı yaşında, kocaman açılmış gözleri ile, yepyeni bir hayatın
başlangıcında bir çocuk orada durmakta.
Anlayamamıştım ilkin ne olduğunu.
Hatırlıyorum şimdi. Ağlamaktan gözlerim şişmişti. Bir anda bir çocuk güruhunun
içindeydim. İçinde bulunduğu ortamın kaşarı olmuş onlarca çocuk. Sizin
üzerinizde yerli yersiz baskı kuran onlarca çocuk. Duygularınızın karmakarışık
olmasından mı nedir, bu boğucu baskıya alışıyorsunuz hızlıca. Birileri geliyor
ve birileri gidiyor. Bazen de ket vuruyorsunuz kendinize. Kapatıyorsunuz
kendinizi, dünyaya, insanlığa. Bir bakıcıya düşen onlarca çocukla, var olmak
istiyorsunuz. İlkel değilim, garip değilim, sizden biriyim diyorsunuz
etrafınızdaki mahalle çocuklarına. Ama olmuyor. Aramızda bir şeyler var.
Konuşamıyorum, ama hissediyorum. Evet derinde bir şeyler var diyorsunuz. O
mahalleli çocuk, sense yuva çocuğu. Şairin dediği gibi: “Sen Ciğercinin Kedisi,
Ben Sokak Kedisi.”
Yuvada iken, galiba en zor şey kendinizi
değerli hissetmek idi. Sonradan öğrendim. Yuva çocuklarında terk edilmişlik
sendromu olurmuş. Kendisini değersiz hissedermiş bu çocuklar. Hele bir de gelen
giden ziyaretçiler sadece vicdan ağartmaya gelip, sorunu tam anlamıyla ele
almak istemeyince, ne çocukların kalplerine dokunurmuş ne de hayatlarına. Ama
elbet bazı ziyaretçiler farklıymış. Aynı annem gibi. Beni yüreğinden doğuran
annem gibi. Günlerden bir gün ziyaretime gelen sonradan da bana koruyucu aile
olan annem gibi. Küçük küçük, ama bu çocukların hayatına dokunan o kadar
ayrıntı var ki. İşte onlardan biri.
Ben annemden beni ziyarete geldiği bir
gün çikolata istemiştim. Annem bana kocaman kocaman çikolatalar alıp gelmişti.
Bense ısrarla hayır bunlardan değil, para çikolata istiyorum demiştim. Bunun
üzerine annem, Çanakkale’nin bütün marketlerini dolaşıp, bana para çikolata
denilen o sarı jelatinli çikolatalardan arayıp, uzun zaman sonra bularak yanıma
gelmişti. O zaman işte hayatımda ilk defa, “Ben birisi için değerliyim.”
demiştim. İşte o zaman anlamıştım. Ben ve annem terk edilmişlik sendromunun
belini bükmüştük.
O zamanlar, yuvada kalırken, yatağıma
uzandığım her gece, perdeden sızan ışığa bakar ve hayaller kurardım. En büyük
hayalim ise, bir gün bu ışığın beni yuvadan alıp başka bir hayata
ışınlayacağıydı. O günler artık yaklaşmakta gibiydi. Onun için çok değerli
olduğuna inandığım annemle, o ışık benim için doğdu. Önce gönüllü ailem olan
annem, sonrasında ise, aramızdaki sevginin daha da büyük olduğunu görerek
koruyucu aile olmaya karar vermişti. Bana fikrimi sorduklarında ise, kocamanca
bağırmıştım: “Evet, gitmek istiyorum.”
Gittim de. Arkamda örselenmiş bir
çocuklukla ve acı hatıralarla dolu bir geçmişle. Bir melek değildim giderken.
Annem, onca kaçmama rağmen, adını bile doğru dürüst söyleyemeyen bana tonla
emek harcadı. O annem ki, günlerce benim için uğraşıp, onlarca kez psikologlara
taşıdı. Ben onu çok üzdüm. Bolca da yaramazlık ve kapris yaptım. Ama onun öyle
kocaman yüreği vardı ki, tüm bunlara sabırla dayandı. Bu sabır, zamanla bende
de işe yaradı. Ne de olsa, onarılamayacak çocuk yoktu. Zaman içinde de, annem
ve babamın hayatlarının odak noktası oldum. Bana hep doğruları anlattılar. Her
zaman karşılıksız emek verdiler. Ben sokağa çıkmaya korkarken beni
cesaretlendirdiler. Sen yaparsın, sana inanıyoruz, sana güveniyoruz, dediler.
Böyle böyle düzeldi her şey.
Sosyal yanlarımın gelişmesi için de çok
çaba harcadılar. Önce hayatla daha iyi mücadele edebileyim diye beni yelken
sporuyla tanıştırdılar. İlk günler çok zorlansam da, çok severek yaptım bu
sporu. Şimdi ise, beş yıldır lisanslı yelken sporcusuyum ve yarışmalara
katılıyorum. Ayrıca, ben de ailemden öğrendiğim şekilde sosyal
etkinliklerde yer almayı seviyorum. İyilik ağacı isimli bir projede emek
veriyorum. Benden sonra yuvada kalan kardeşlerimin hayatına dokunup onları da
mutlu ve başarılı çocuk kervanına katmak için uğraşıyorum. Huzurevindeki
yaşlıların el emeği, göz nuru ürettiklerini satarak onların kişisel
ihtiyaçlarını karşılamalarına destek oluyorum.
Ben kim miyim? Hayatın bana bir kutu
çikolata sunduğu ve içinden en sevdiğim altın kaplama jelatinli para
çikolataların çıktığı kocaman bir mutluluğum ben. Hiç bitmeyen bir ışıltıyla, o
jelatinlerin yaşamıma altın sarısı ışıklar saçtığı, rehberim, izleğim, hayat
ışığım kocaman bir ailenin yüreğinden doğurduğu bir çocuğum ben. Ben bir
bilgeyim. Koruyucu aile modelinin başarılı olduğunun kanıtı bir bilge. Genç
yaşına, varlığı, yokluğu, terkedilmeyi, sevilmeyi, mücadeleyi, sabrı sığdıran,
bu korlarda yanan bir can, bir bilge. Şimdi daha fazla çocuğun mutluluğa yelken
açabilmesini düşleyen bir bilge. Ve bu bilgeliğin daha da artması için tek bir
şeye ihtiyacımız var: “Para Çikolatayla Yoğrulmuş Sevgi”.
Var mısınız?
İrem Başak Bilgin (17) kurmuş olduğu
sosyal girişimi Çanakkale İyilik Ağacı ile 3 yıldır Hayat Sende
Derneğinden mentorluk desteği almaktadır.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder