21 Ekim 2015 Çarşamba

Sivil-İz Bırakmak. Ama Nasıl?




Sivil toplumdaki deneyimlerinden geriye kalanlar





Öncelikle Türk sivil toplumunun hemen her kesiminde kariyerizm eğilimleri çok baskındır. Sivil oluşumlar yoğun şekilde siyasi bir görüşe angaje olmaktadır. Bu durum, sivil toplumun partilerüstü olması gereken anlayışına ters düşmektedir. Ayrıca, sivil toplum kuruluşları çoğunlukla tek kişiye dayalı yapılar olarak teşekkül etmektedir. Bu haliyle bu oluşumlar ordusuz generallere benzemektedir. Tek kişiye dayalı oluşumlarda sorun hakkında farkındalık oluşturmaya dayalı sivil mantıktan ziyade, birilerinin işini çözmeye dayalı popülizm yaygınlaşmakta ve bu durum gerek kamu gerekse toplumla sağlıklı diyalog kanallarının kurulmasını zorlaştırmaktadır. Bunun yerine, sorun çözücü değil, sorun önleyici mekanizmalara odaklanılması gerekmektedir.


Sivil toplumun diğer bir önemli sıkıntısı da, amaçlarını gerçekleştirmeye yetecek miktarda kaynak geliştirememesidir. En önemli özkaynaklardan olan üye aidatı temelli örgütlenme bilinci çok zayıftır. Bu durum sivil toplum kuruluşlarını dışkaynaklara bağımlı hale getirmektedir. Özellikle son dönemde hızla yaygınlaşan proje mekanizmaları yoluyla kaynak devşirme, sivil toplum kuruluşlarını hedef kitleden ve ana amaçlarından uzaklaştırmaktadır. Bu durum, açık bir şekilde sivil toplumda hibe avcılığının yerleşmesine neden olmuştur. Hibe avcılığıyla etkili bir şekilde mücadele edilebilmesi için ise, sivil topluma yönelik vergi avantajları sağlanması, kendi özkaynaklarını yaratabilmesi, devletin mali despotizminin bu kurumlar üzerinden kalkması gerekmektedir. 


Öte yandan, Türkiye’deki vakıfların büyük çoğunluğunun hak temelli olmaktan ziyade hayır işleri yapmaya odaklandığı görülmektedir. Vakıflar bu amaçlar doğrultusunda bağış toplayabilmektedir. Vakıfların bağış toplayabilmesi, büyük çoğunlukla hak temelli örgütleme yapan derneklere gidecek kaynakları azaltmakta ve bu durumda sivil katılım düşmektedir. Batı ülkelerinde çok yaygın olarak kullanılan belli bir amaca herkesin kaynak aktarması (crowdfunding) ve sosyal girişimleri fonlayan yatırım fonları gibi uygulamalar da yeterince yerleşmiş değildir.


Sivil toplumun diğer bir kronik problemi de, alandaki kurumsal kapasitelerin zayıf olmasıdır. Bu zayıflığı gidermeye yönelik yenilikçi mekanizmalar yoktur. Halbuki sosyal farkındalığı ve insan kaynağı kalitesi yüksek insanların bulunduğu sivil toplumda ağ ilişkileri yoluyla çok kapsamlı bir dönüşüm başlatılabilir. Avrupa Birliği tarafından desteklenen Sivil Toplum Geliştirme Merkezi, Sivil Toplum Kuruluşları Teknik Destek Mekanizması gibi mekanizmalar ülke sivil toplumuna oldukça elitist bir açıdan yaklaşmaktadır. Belirtilen ağ kuruluşlarının aşırı profesyonel ve hedef kitleden uzak olduğu rahatlıkla söylenebilir.


Kurumsal kapasite bağlamında önemli bir eksiklik de sivil toplum kuruluşlarında planlama anlayışının yetersizliğidir. Bu durum sivil toplum kuruluşlarının vizyon ve misyonlarının belirsiz olmasına neden olmaktadır. Ayrıca, birbirine entegre bir şekilde planlama, programlama, bütçeleme ve raporlama yapılamamaktadır. Zaten sivil topluma ilişkin toplum ve devlet nezdinde varolan güvensizlikle beraber sivil toplum kuruluşlarının şeffaflık yerine içe kapanmayı seçmesi sorunu kronikleştirmekte ve bir kısır döngüye neden olmaktadır. Bu durumun önüne geçilebilmesi için mevzuatta değişiklikler yapılması ve sivil toplum kuruluşlarının bütçelerinin ve faaliyet raporlarının internet sitelerinde yayınlanması sağlanmalıdır. Öte yandan, etkili bir raporlama sisteminin kurulmasının etki analizi ölçümü yapılmasını ve sağlanan sosyal ve çevresel faydayı sağlamada kilit rol oynacağı unutulmamalıdır.


Sivil toplum kuruluşlarının kurumsal kapasitelerine ilişkin bir diğer sorunda, gönüllü yönetimi kapasitelerinin çok az olmasıdır. Gönüllü, bir sivil toplum kuruluşunun toplumla bağ kurduğunu, anlaşıldığını, sahiplenildiğini göstermesi açısından çok önemlidir. Türk sivil toplumu henüz bunu idrak etmekten uzaktadır. Bunun yerine sivil toplum yöneticileri gönüllü bilincinin olmaması, gönüllülerin çabuk sıkılıp yorulduğu gibi söylemleri dile getirmektedir. Bu alanda kapasite geliştirilebilmesi için gönüllü yönetiminin tam zamanlı bir iş olarak aalaşılması, iletişim, koordinasyon ve kaynak geliştirme alanında deneyimli kişilerin bu alanda çalışması gerekmektedir.


Sivil topluma ilişkin bir diğer eksiklik de, kurumsal sosyal sorumluluk (KSS) uygulamalarına ilişkinn standartların yerleşmemesi ve özel sektörün bunu özümseyememesidir. Birçok durumda, sivil toplum kuruluşlarıyla iletişime geçen şirketler orantısız taleplerde bulunmaktadır. Bu durumun önüne geçebilmek için, Batı ülkelerinde olduğu gibi, KSS’den sorumlu en az daire başkanlığı düzeyinde merkezi bir otoritenin teşekkül ettirilmesi gerekmektedir. KSS raporlamalarının halka açık olması da alana ilişkin şeffaflığı artıracaktır.


Türk sivil toplumunda ayrıca, hayır hasenat yaklaşımı çok yaygın şekilde gözlenmektedir. Bu yaklaşım kendisini binaya ve restorasyona bağışta göstermektedir. Bu durum bağışçıların oldukça kolayına gelmektedir. Bu ise, ülkemizin ekonomik ve sosyal kalkınması arasındaki farkı açmaktan öteye geçmemektedir. Ülkelerin insan kaynağı kaliteleriyle rekabet ettikleri bir çağda hala binaya bağış yapılması gibi uygulamaların yaygınlığı anlaşılamamaktadır. Eğitime yüzde 100 destek kampanyasında olduğu gibi eğitimden sorumlu Bakanlığın çıkarttığı mevzuatta bile bu durumun yaygın olduğu görülmektedir. Bunun yerine, soyut alanlar olan çevresel ve beşeri kaliteye destek mekanizmalarının ve bilincinin yaygınlaştırılması gerekmektedir.


Sivil topluma ilişkin diğer bir önemli nokta da, yetenekli, iyi eğitimli, yöneticilik kapasitesini haiz insanların alana yönelmemesidir. Sivil toplumda kariyer olabileceği düşünülmemektedir. Bu kimseler tarafından alana verilebilecek mentörlüğün bile sivil alanda büyük dönüşümler sağlayabileceği aşikardır. Özel Sektör Gönüllüleri Derneği ve SGK Gönüllüleri gibi oluşumların artarak devam etmesine ihtiyaç bulunmaktadır. Bununla birlikte, sivil topluma yönelen kaliteli insan kaynağının iç çekişmelerle uğraşmaması, yıldırılmaması, çay-kahve getir-götür işlerinde kullanılmaması gerekmektedir.


Sivil toplumun sosyal kampanya yönetimi konusunda kapasite geliştirmesi gerekmektedir. Özellikle bu alanda büyük bir eksiklik göze çarpmaktadır. İçinde bulunduğumuz ağ toplumunun nimetlerinden en iyi şekilde yararlanması gereken sivil toplumda buna ilişkin farkındalığın artırılması gerekmektedir. Sosyal ağların bedava olması, etkili sosyal ağ yönetme becerisini edinemeyen sivil toplum yöneticilerinin zaman içinde sosyal medya stresine girerek bu alandan uzaklaşmaları ve sosyal ağ yönetimini beraberinde getirmektedir. Bu alanda yürütülen eğitim  ve kapasite geliştirme çalışmalarının artırılmasına ihtiyaç bulunmaktadır.


Sonuç olarak, üçüncü sektör olduğu belirtilen, verimlilik çarpanı yüksek olduğuna inanılan, 21. yüzyılda kariyerin ve en etkili öğrenmenin sivil toplumdan geçeceği belirtilen bir alanda Türk sivil toplumu emeklemekten yürümeye geçerken, hala yarım adamın yarım adımlarıyla yol almaktadır. Türk sivil toplumunun hak ettiği şekilde üçüncü sektör olabilmesi için önemli bir paradigma değişikliğine ihtiyaç vardır. Bu çalışma, sivil yolculuğumuzda karşılaştığımız zorluklar ve edindiğimiz tecrübelere dayanarak hazırlanmış olup, bu paradigma değişikliği arayışlarına katkıda bulunmayı amaçlamaktadır. Paradigma değişirse, Türkiye değişir, insan değişir, gezegen değişir. Değiştirmek umuduyla...







Bu yazı, Abdullah OSKAY tarafından kaleme alınmıştır. OSKAY,  Koruyucu Aile Evlat dinme Derneği Başkanı, Hayat Sende Gençlik Akademisi Derneği Yönetim Kurulu Üyesidir.

Sosyal Girişimcilik nedir?


Sosyal girişimci, kâr etmeyi amaçlayan ama elde ettiği kârı, topluma fayda üretmek için kullanan girişimcidir.
Bizim ezberimize göre şirketler kâr elde etmek ve bu kârı ortaklarına dağıtmak için kurulur. Topluma faydalı işler ise ya devlet tarafından yapılır ya da sivil toplum kuruluşları (STK) tarafından. Şirketler ise topluma faydalı işlerle ancak bir sosyal sorumluluk kampanyası ya da sponsorluk çerçevesinde ilgilenirler.
Sosyal girişimcilik bizim bu ezberimizi bozan melez bir modeldir.
Sosyal girişimcilik, toplumsal sorunların çözümünde serbest piyasa esaslı yöntemleri benimseyen bir yaklaşımdır. Sosyal girişimler, ticari olarak kurulan ama amacı toplumsal sorunlara çözüm getirmek olan girişimlerdir.
Sosyal girişimciliğin cazibesi, kapitalist sistemin bütün “iyiliklerini” toplum yararına kullanmasında yatıyor. Hepimizin ezberinde “etkinlik”, “verimlilik”, “kâr” gibi kavramların iş hayatına ait olduğu bilgisi vardır. Buna karşın "toplumsal fayda", “iyi niyet”, “özveri” gibi kavramlar ise sivil toplum kuruluşlarına aittir ; ama bu kuruluşlar kapitalist girişimciler kadar “becerikli” değillerdir. İşte sosyal girişimcilik, “kâr” ve “toplumsal faydayı” aynı potada eriten, toplumsal ideallerle yönetim becerilerini aynı çatı altında toplayan bir anlayıştır.
Girişimcilik demek, fırsatları fark etme, mevcut sorunların çözümlerini bulup söz konusu alanda risk alarak yatırım yapmak demektir. Girişimciliğin doğasında yenilikçilik, risk alma ve değişim yaratma vardır. Sosyal girişimcilik ise toplumsal sorunlara çözüm getirme amacıyla kurulan ama aynı zamanda “kapitalist” yöntemleri kullanan bir modeldir.
Dünyada sosyal girişimlere yönelen yetenek, enerji, kaynak, para ve ilgi her geçen gün artıyor.
Sosyal girişimlerin merkezinde misyonları vardır; ticari faaliyetlerini ise amaçlarını gerçekleştirmek için araç olarak kullanırlar. Sosyal girişimler, elde ettikleri kârı yine sosyal amaçlara yönlendirirler. Sosyal girişimlerde başarı ölçütü, kâr değil, toplumsal değişim ve yaratılan faydadır. Kâr etmek, sürdürülebilir ve kalıcı olmak için bir koşuldur. Sosyal girişimler, hedeflerini kısa vadeli değil, uzun vadeli toplumsal etkileri artırmaya yönelik belirlerler.
Sosyal girişimler, faaliyet gösterdikleri alanlarda kalıcı değişim yaratmayı, çözümlerini yaygınlaştırmayı ve uzun vadede toplumun desteğini kazanarak sorunu ortadan kaldırmayı hedeflerler. Sosyal girişimcilik, “hayırseverlikten” de “sivil toplum hareketinden” de çok farklıdır. Hayırseverlik, karnı aç olana “balık vermek” üzerine kuruludur. Sivil toplum projeleri ise temelde “balık tutmayı öğretmek” üzerine kurgulanır. Sosyal girişimcilik ise bu alanın öncü kuruluşu Ashoka’nın kurucusu Bill Drayton’un dediği gibi, balık vermek ya da balık tutmayı öğretmekle yetinmeyip balık endüstrisini kökten değiştirmeyi hedefler.
Sosyal girişimler, dezavantajlı kesimlerin yoksunluklarının giderilmesinden çevrenin korunmasına, insan hakları ihlalleriyle mücadele etmekten yok olan dillerin ve toplulukların yaşatılmasına kadar birçok alanda etkinlik gösteriyorlar. Eğitim, sağlık, çevre, insan hakları, kalkınma gibi birçok alanda sosyal dönüşüm gerçekleştirmeyi amaçlıyorlar.
Üstelik pek çok karmaşık sorunun çözümünde gösterdikleri başarıyla sosyal girişimciler, özel sektör şirketlerine rol model oluyorlar. Sosyal girişimciler, sorun çözme becerileri, işbirliği yetenekleri, sorumluluk alma ve gönüllülük ruhlarıyla özel sektör şirketlerine ilham veriyorlar.
El attıkları alanlarda sosyal girişimciler, sosyal değişimi baş döndürücü bir hızda tetikleme gücüne sahipler. Neredeyse hemen hepsi yerel düşünüp yerel hareket ediyor olsalar da, aslında özellikle geçtiğimiz on yıl içinde küresel bir hareket olarak da önem kazandılar. Sosyal girişimciler, parlak zekâları, içten gelen motivasyonları, vizyonları, çalışkanlıkları ve başarma tutkularıyla, iyimserlik aşılıyor, toplumu cesaretlendiriyorlar. Daha da önemlisi bir yandan acil toplumsal sorunlara kalıcı çözümler getirirken, öte yandan bu hareketlerin parçası olsun ya da olmasın herkese “dünyayı değiştirebileceğimiz” ilhamını veriyorlar. Sivil girişimciliğin yükselişi, içinde yaşadığımız zamanın en önemli gelişmelerinin başında geliyor. (Herkes Fark Yaratabilir.)
Bangladeşli Grameen Bank kurucusu olan Muhammad Yunus da bir sosyal girişimcidir. Geçtiğimiz yıllarda Bill Gates de, Microsoft'taki tam zamanlı görevinden ayrılarak eşi Melinda ile üçüncü dünya ülkelerindeki ölümcül hastalıkları durdurmak amacıyla bir vakıf kurarak sosyal girişimcilerin arasına katıldı. Servetinin yüzde 95′ini vakfa bağışlayan, eşi ve kendisi öldükten 20 yıl sonra ise bu paranın tamamının harcanmış olmasını planladığını söyleyen Gates, bu anlamda birçok iş adamına da örnek oldu.
Sosyal Girişimcilik deyimi, dilimize yeni girmiş olsa da uygulama olarak çok eskilere dayanır. Ülkemizde daha 1872’de Darüşşafaka’nın kurulmasına öncülük eden Yusuf Ziya Bey bir sosyal girişimciydi. Keza kadın hastalıkları ve çocuk hastalıklarıyla mücadele amacıyla Zeynep Kamil Hastanesi’ni daha 1862 yılında hayata geçiren Prenses Zeynep Kamil de bir sosyal girişimciydi.
Sosyal girişimciler sadece problem alanlarında değil, kültür ve sanat alanlarında da etkinler. Robert Redford‘un bir bağımsız film hareketi olarak kurduğu Sundance Lab ve Sundance Film Festivali, kültürel alandaki sosyal girişimciliğin en parlak örneklerinden bir tanesidir. Sundance Enstitüsü, bugün sadece Amerika’da değil dünyanın birçok yerindeki bağımsız filmlere destek oluyor. Redford’un kendi deyimiyle bu hareket “daha insancıl” filmlerin üretilmesine ve görünürlük kazanmasına katkıda bulunuyor.
Sadece kısa vadeli kişisel çıkar peşinde koşan, eşitsizlik üzerine kurulu, hakça olmayan her girişim mutsuzluk yaratır. Hiçbir şirket sadece kendisi kâr ederek, sürekli bir büyüme elde edemez. Kendinden başkasını düşünmeyen, sadece kendi çıkarını gözetenlerin mutlu olma şansı yoktur. Bugün vardığımız “ortak akıl”, artık "şirket" kavramına farklı bir bakış açısı getirmemizi gerektiriyor. Bu akıl düzeyi, sadece ortakların değil, şirketin ilişkiye girdiği bütün kesimlerin çıkarını düşünen bir anlayışı hayata geçirmemiz gerektiğini söylüyor. Artık şirketlerin toplumu ve çevreyi “hoyrat” kullanma devrinin bittiğini, Yankelovich’in “aydınlanmış kişisel çıkar” kavramıyla tanımladığı, karşılıklı kazanç felsefesiyle hareket etmemizin vaktinin geldiğini söylüyor.
Dünyanın her yerinde, en fakir toplumlarda bile, yenilikçi insanların ve sivil inisiyatiflerin ortaya çıkması, yükselen bu anlayıştan güç alıyor.
Sosyal girişimciler, gerçekleştirdikleri inovatif uygulamalarla kimi zaman, devlet politikalarını bile değiştirebiliyorlar. Aids hastaları için evde bakım, okuldaki derslere katılamayan kanserli çocuklar için özel eğitim olanakları gibi projeler, birçok ülkede standart kamu uygulamasına dönüşmüş uygulamalardır.
Sosyal girişimciliğin temel kuralları var. Sosyal girişimciler, bu kurallara uydukları için başarılı oluyorlar:
1-Faaliyet gösterdikleri alanlar, toplumun gerçek bir sorununu çözmeyi amaçlıyor.
2-Şirket, son derece yetkin profesyoneller tarafından yönetiliyor.
3-Faaliyet gösterdikleri alanda, hem toplumsal fayda yaratıyor hem de kâr ediyorlar. Elde ettikleri kârı işlerini büyütmek yani topluma daha fazla fayda sağlamak için kullanıyorlar. Kâr, “etki alanının genişlemesi” için kullanılıyor.
4-Şirket, faaliyetlerini düzenli olarak raporluyorlar. Böylelikle hem ortaklarına hem de diğer bütün paydaşlarına şeffaf bir şekilde hesap veriyorlar.
5-Şirketler, kurumsal yönetimin bütün unsurlarını eksiksiz uyguluyor: Üstlendikleri sorumluluğu, adil yönetim anlayışı ile hayata geçiriyor, şeffaf bir anlayış doğrultusunda gönüllü olarak hesap veriyorlar.
6-Yarattıkları toplumsal faydanın sürdürülebilir olması için, kurumsal yönetim anlayışından ve kâr amacı gütmekten hiç taviz vermiyorlar.
Ben toplumsal sorunlara çözüm arayanların genellikle “hayalcilikle” itham edildiği bir dönemde, sosyal girişimciliğin son derece önemli katkılar sağladığına inanıyorum. Hayırsever olmanın iyi bir şey olduğu hiç şüphe götürmez; bütün ahlaki öğretiler ve dinler, herkesin kendi imkânınca hayırsever olmasını öğütler. Vicdanımız da böyle emreder.
Sivil toplum kuruluşlarının, bugüne kadar hayırseverlik alanında bireylerin yapabileceğinden çok daha fazlasını, daha sistemli ve organize bir şekilde yaptığı apaçık ortada. Bugün sivil toplum kuruluşları, birçok alanda sorunlara çözüm üretiyor. Daha da ötesi sivil toplum ve yurttaşlık bilincimiz onlar sayesinde yükseliyor.
Ancak bugün daha bilinçli, daha organize, daha “akıllı”, daha sistematik ve daha ileri yönetim teknikleriyle hareket etmeliyiz. Bu anlamda sosyal girişimcilik modeli çok önemli vaatler taşıyor.
Kendi alanlarında yetkin birçok vizyoner yönetici, sosyal girişimcilik alanında attığı adımlarla bir yandan kendi kariyerlerini devam ettirip öte yandan da insani ve toplumsal sorunların çözümüne ortak oluyorlar.

Kendi çıkarıyla birlikte “diğerinin çıkarını” da düşünen anlayış kuşkusuz bu zamanın ruhuyla örtüşen daha "aydınlanmış" bir başarı anlayışıdır; bu anlayış aynı zamanda misyon odaklı liderliğin de özüdür.

Gençlik Çalışmaları: Ama Nasıl?


Gençlik çalışmaları denilince herkesin aklına üniversite öğrencileri geliyor. Spesifik sorunları olan roman gençleri, madde bağımlısı gençler, vicdani retçi gençler, cinsel yönelimi farklı gençler, hapishanelerdeki özgürlüğünden yoksun gençler, devlet korumasından hayata atılan gençler gibi gençler akla gelmiyor.  

Dahası gençlik politikalarını belirleyen devletin de aklında içkin olarak gençlik eşittir üniversite öğrencisi diye bir kalıp var. 
  
Ne de olsa geleceğin potansiyel elitlerini tavlarsak, adımız yürür, toplumda meşruiyetimiz daha hızlı yayılır gibi bir algıyla hareket ediliyor herhalde. 

Peki gençlik gerçekten bu gruptan mı ibaret?


 Elbette ki hayır! Birçok genç eğitim sisteminin dışında. Örgün eğitim ortalaması ülkemizde hala 7,6 yıl mesela. 
  

Birçok genç de marjinalize olmuş durumda. Umutsuzluk, karamsarlık gençlerin ata sporu gibi.
   

İşsizlik gençler arasında çok yaygın.  

Neredeyse ülke gençliğinin tamamı Ulusal Ajansın hareketlilik projelerini çıkarın yurtdışına çıkabilecek bütçeye sahip değil.   



Genç girişimciliği de istenen seviyede değil. Girişimcilik ekosisteminde gençlik yok addediliyor. Addedilmese bile sadece “teknogirişimci” gençlik destekleniyor. 

Kısacası gençlik sadece bu gruptan ibaret değil!












Spesifik bir gençlik grubuyla devam edelim mi: Devlet korumasında yetişen gençler!












Evet. Ülkemizde devlet korumasında yetişen gençler var. Ve de 18 yaşında eğitimlerine devam etmiyorsa yurttan ayrılan gençler. 












Toplumumuzun acıma temelli yaklaşmasından mı yoksa soyut düşünememesinden mi kaynaklı ne, çocukken acınan, çokça merak edilen yaşamlara sahip, ayrımcılığı ve sosyal dışlanmayı hayatlarının her anında iliklerine kadar hisseden bir grup.












Dahası gençken de korkulan ve unutulan bir grup.












Halbuki, uluslararası istatistiklere göre kurumlardan ayrılan gençlerin yüzde 15’i fuhuşa sürükleniyor, yüzde 20’si suça sürükleniyor, yüzde 10’u da canına kıyıyor.







Ve bu umutsuz istatistiklere rağmen, umut da yeşermiyor değil hani! 












Hayat Sende Gençlik Akademisi var mesela devlet korumasında yetişen çocuk ve gençler için çalışan, benim de yöneticisi olduğum bir gençlik STK’sı.












Bu sitenin mimarı Ahmet Kurnaz’ın da yönetiminde olduğu, farkındalığını, aktif vatandaşlığını, girişimciliğini geliştirdiği, dünyayı tanıdığı, değişimin parçası olmaya ant içtiği bir yer, bir sosyal girişim fidanlığı.












Evet, gençlik çalışmalarında sorun var. Gençlikle ilgili kamu politikalarında sorun var. Ve gençlik dediğimizde aklımıza o kadar çok sorun alanı geliyor ki, saymakla bitmez.












Ama elbette sorun varsa, umut var. Umutsa herkesten fazla gençlikte var.












Tıpkı gençliğin sesini daha fazla duyurmak isteyen GençBlog gibi girişimlerde olduğu gibi.








GençBlog’un da Proje Panosunun da yolu açık, gücü bol olsun!









Bu yazı, Abdullah OSKAY tarafından www.projepanosu.com için yazılmıştır.

Gençliğin Medyada Temsili Sorunlu


Medyanın günümüzde insanların hayatları üzerindeki etkisi çok güçlü.
Ve hatta ideolojik bir aygıt gibi, insanın söz, duygu, düşünce ve eylemlerini biçimlendiriyor.
Bir grubu dışlaması, örselemesi, potansiyelini küçük görmesi ve topluma algılatması medyanın gücünde saklı. 

Medya tiraj kaygısıyla belli odakları hedef alarak sosyal sorumluluktan uzak davranarak toplumda yanlış bir imaj oluşturuyor.

Etnik, cinsel, sosyo kültürel, ekonomik olarak birçok grup medyanın bu asimetrik gücünden nasibini alıyor.

Gençlik de buna istisna değil!

Nasıl mı?

Benim ergenliğimde mafyavari dizilerde Aynalı Tahir’ler, Yusuf Miroğlu’lar vardı gençlerin önünde rol model olarak. En iyi rol modellerden birisi de, yanık sesiyle Küçük İbo’ydu. Ve hatta 13-14 yaşına rağmen o bile paltoluydu.

Medyanın onlara sunduğu şekilde rol modellerine benzemeye çalışan gençler içi boş siyah paltolarıyla, kolları iki yana kasılarak yürürlerdi.

Sonrasında Biri Bizi Gözetliyor’lar geldi. Miroğlu’ya da Aynalı Tahir’e de rahmet okuttular.

Caner’ler Tülin’ler sadece tüketim odaklı hücrelerinde, herkesin herkese savaşını sergilediler. Dostluk, gençlik, dayanışma laf-ı güzaftan ibaretti.

Ve sonra da, Hayat Bilgisi, Kampüsistan ve Kavak Yelleri geldi. Gençlik sadece tüketim odaklı, lak lak peşinde, üretmeyen ama tüketen, çalışmadan derslerini geçen, bir garip kadın erkek ilişkilerine bulaşmış bir şekilde yanısıtılıyordu.

Gençlik üretken olarak temsil edilemedi!

Kısacası medyada gençlik hiç üretken olamadı. Medyada gençlerin hiçbirisi, fikir öncüsü, hakları için mücadele eden şekilde yansıtılamadı. 

Medyada sosyal sorumluluk bilincinde bir genç temsil edilmedi. Gönüllülük çalışmalarında bir genç medyada hiç mi hiç olmadı.

Dünyayı turlayan, hayallerinin peşinden koşan, yabancı arkadaşları olabilen ve bunlarla konuşabilen, yenilikçi ve girişimci gençlerden medyada eser yoktu.

Gençsen tüket!

Yarı muhafazakar yarı otoriter kültürümüzde, gençliğe en fazla tüketmek için izin verildi. Medyaya da gençlerin daha fazla tüketimini pohpohlayacak reklamları pompalaması rolü biçildi.

Ötesinde ise, “Nüfusunun yarısı genç, AB bize muhtaç” gibi nutukların arasında ülke, genç işsizliğinde dünya liderleri arasında, amaçsız, üretmeyen, yabancı dil konuşamayan, dünyayı ve kurumları tanıyamayan bir gençlikle milenyuma girdi ve öyle de devam ediyor.

Devlet korumasındaki gençlerin medyadaki temsilinde mesafe kaydetmiştik.

Her zaman dediğimiz gibi, umut da yeşermiyor değil hani!

Geçen yıl, Hayat Sende ile devlet korumasındaki gençlerin medyadaki temsilinin analizi ile ilgili bir çalışma yaptık.

Yuva ve yurtlardaki çocuk ve gençler, kristallenmiş resimler arkasında, suçla ve fuhuşla ilişkilendiriliyordu. Sanki başarısızlık çocukların ve gençlerin kaderiymiş gibi yansıtılıyordu.

Çalışmanın sonuçlarını medya yöneticileri ile paylaştık ve olumlu sonuçlar da aldık. Çok küçük bir hedef kitleyle çalışmamıza rağmen, medya yöneticilerini ve çalışanlarını birçok konuda ikna ettik.

Gençliğin temsilini değiştirmek elimizde!

Peki Hayat Sende’de yaptığımızı, neden nüfusun yarısı olan biz gençler yapamıyoruz?

Neden medyada gençliğin temsilini yapı söküme uğratıp sorgulayamıyoruz? 

Görünmeyen güç odaklarıyla, Don Kişotvari bir şekilde mücadele edip, farkındalık ve fark yaratamıyoruz?

Bize sunulanı değil, kendimizin nasıl sunulmasını istediğimiz şekilde çalışmıyoruz?

Ve bunların tümünü yapmak yerine, kendimizi çok mu çok güçsüz görüp, bize dikte edileni kabul ediyoruz?

Neden bir takım sosyal sorumluluk sağlayacak projelere yeterince destek olmuyoruz?

Hayatın her alanında gençlere bu kadar ihtiyaç varken neden onları görmezden geliyoruz?


Eğer öyleyse unutmamalıyız ki, “İnsan, tarihin yapıcısıdır.

Sosyal sorunlar sosyal lensle çözülür!


Hep diyoruz. Yuvadaki çocuklar sosyal yoksun. Neden mi? 
Yuva ve yurtlar, tabi içinde kalanlar da dahil, olması gereken ama benim bahçemde olmaması gereken yerler. Şöyle ki, toplum burada kalan çocukla aynı sınıfta çocuğunun oturmasını istemez. Aynı sırada oturmasını istemez. Arkadaşlık etmesini istemez. Çocuk zaten aynı kıyafetiyle, saçıyla, servisiyle ortada. Ne oluyor o zaman. Çocuk damgalanıyor. Hem yurt personeli hem de eğitim camiasının bilinçsizliğiyle birleşince sorun katmerleniyor.

Toplum başka ne mi istemez?

Burada yetişen gelin veya damat almak istemez. İşsizliğin cirit attığı memleketimizde hatta iş garantisine rağmen istemez. İşe almak istemez, eli uzun der. Yurtta yetişen genç işe girer, “Yurttan bu, dikkat et.” denir meslektaşlarına.  Kurumlar mevzuat gereği işe alsalar da, adam gibi işlere değil de, hep alt pozisyonlara alırlar. Çocuk okusa da bir okumasa da. Büyük çoğunluğu hizmetli olur yaşıtlarının arkasını temizler 18 yaşında. Birazı da memur olur. 

Bunların bir tonu da istifa eder, işten atılır, mustafi olur. Adı bile konmaz, istatistiği bile yayınlanmaz bunların. Gönüllüler hep yuvaya gider, gençler unutulur. Yurttan çıkanlarsa kimsenin aklına bile gelmez. Kazık kadar olmuşlardır çünkü. Halbuki öyle değil. Doğu Avrupa’da yurttan ayrılanların yüzde 14’ü fuhuşa sürükleniyor, yüzde 20’si suça sürükleniyor. Yüzde 10’u canına kıyıyor. Biz de ise, istatistiklere bile malzeme olamıyor.

Bu istemediklerinin yanında toplum bir de ne mi yapar? 

Bu çocuklara acıyarak, korkarak, merakla bakar. Bilmez ki bu bakışlar bu çocukları yaralıyor, kendilerini toplumsal hiyerarşinin en altına koymalarına neden oluyor. Çocuğa sarayı versen, en iyi işi versen, en iyi noktalara getirsen, hep bir yanı eksik gibi oluyor ve tutunamıyor. Bilinci hep yaralı kalıyor.

Toplumun yanında medya ne yapıyor? 

O da etiketliyor. Yurtlu, yuvalı sözünü içi kötü anlamlarla doldurmuş bir boks torbası gibi vurdukça vuruyor. Bilmiyorlar ki binlerce çocuğun bilincini yaralıyorlar. Çocuk olumsuz haberi görüyor. Hatta yaşıyor da. Bir dayak haberi çıksın okulundaki hocasından sokaktaki A’ya kadar herkes soruyor: “Seni de dövüyorlar mı?” “Sizde de taciz var mı?”

Şimdi burada bir dil dönüşümüne ihtiyaç var. Nasıl özürlü kelimesi engelliye döndüyse, yurt ve yuva kelimelerinin içinin de olumlu anlamlarla doldurulmaya ihtiyacı var Sabancı Vakfı Hibe Programları kapsamında desteklenen Sosyal Duvarları Yıkalım projesiyle biz medyadaki etiketlemeyi yapısöküme uğratmaya çalıştık, çalışıyoruz.

Sosyal Sorunlar "Sosyal Lenslerle" Çözülür!

Kısacası, toplumla yurtta yetişen çocuklar arasında bir sosyal duvar var. Koruyucu aileye de gitse, çocuk evine de gitse, evlat da edinilse ne yapılırsa yapılsın, çocuk ve aile gizlenmeyi birincil yaşama tutunma stratejisi seçiyor. Şimdi önümüzde iki yol var: Ben dahil, içinde bulunduğum örgütte birlikte olduğum arkadaşlar dahil, toplum dahil, medya dahil, siz dahil. Ya çocukların birer bukalemuna dönüşmelerini teşvik edeceğiz ve gene binlercesi hayata tutunamayacak ve bizler seyirci kalacağız. Ya da kolektif bilinci hep birlikte dönüştürüp, binlerce çocuğa ve gence umut olacağız, düş olacağız, sevda ile dönüştüreceğiz.

Biz neyi mi seçiyoruz: Dönüşümü seçiyoruz. Çünkü biliyoruz: “Hayat Dönüşümdür.” ve yine biliyoruz: “Hayat Bizde”.

**********************
Bu yazı Geleceğe Artı kurucularından Abdullah OSKAY tarafından www.projepanosu.com'da yer alan GençBlog köşesi için yazılmıştır.

http://www.projepanosu.com/yazar/abdullah-oskay/sosyal-sorunlar-/67.html