HİKÂYELER
ANLATIRKEN ÖZNE(L)LİKLER KURMAK:
saçlarını eski masallarda tarayan çocuklar
yastığınızın altında geçmiş zaman bilgisi…[3]
BAŞLANGIÇ
Bu yazı, hayatlarının bir bölümünde yetiştirme yurdunda
kalmış genç kadınların kendi hayat hikâyelerini anlatmaları üzerine kuruludur.
Hikâye anlatmak güçlendirici, yaratıcı, dönüştürücü ve direnişçi potansiyeller
barındırır. Bir hayat, yaşanırken olduğu gibi hikâye edilirken de başka
hayatlarla, içinde yaşanılan dünyayla o dünyanın güç ilişkileriyle kesişir,
biçimlenir ve aynı zamanda onlara meydan okur. Hayatımızın hikâyesini anlatmaya
girişmek “nihai olarak tarihsel ya da biyolojik süreçlerin piyonları olmadığımızı,
ama sandığımızdan da fazla kendi hayatlarımızın oluşturucusu ve kendi
hikâyelerimizin anlatıcısı olduğumuz yolundaki korkutucu ama güçlendirici
perspektifle oynamamız için bizi özgürleştirebilir” (Randall, 1999, s. 26).
Dolayısıyla, bir insan için hayatını anlatma girişimi, tüm belirleyici
ilişkiler içinde kendi özgül konumunu keşfetmek, kendi deneyimlerini
diğerlerinden ayırmak, biricikleşmek ve özne olmak yolunda önemlidir.
Yazı boyunca, yetiştirme yurdunda kalma deneyimi olan bir
grup genç kadının kendi hayat hikâyelerini nasıl anlattıklarından yola çıkarak,
bana anlatılan bu hikâyelerin bölük pörçük parçalarını, belirli eksenler
odağında, yeniden anla(t)mayı hedefliyorum. Yazıya kaynaklık eden veriyi,
kesintili olarak devam eden ve üç yıla yayılan bir alan araştırması sonucunda
derledim. Araştırma süresi boyunca, yetiştirme yurdunda kalmış, on yedi ve otuz
beş yaş aralığında, yirmi iki genç kadınla, ortalama üç dört saat süren
derinlemesine mülakatlar yaptım.[4]
Görüştüğüm genç kadınların bir kısmı halen yetiştirme yurdunda kalmakta idi.
Bir kısmının ise yurt ile ilişiği kesilmişti. Genç kadınların yurtta kalma
süreleri, yurda gelme nedenleri, kaldıkları yurtlar, eğitim durumları, aileleri
ya da akrabaları ile ilişki biçimleri de farklılık gösteriyordu. Ortak
noktaları ise, hayatlarının belirli bir döneminde yetiştirme yurtlarında kalmış
olmalarıydı.
Araştırma boyunca, yetiştirme yurdu deneyimi olan genç
kadınlardan dinlediğim hayat hikâyeleri, söz konusu kadınların sıklıkla
karşılaştıklarını belirttikleri aşağılanma, farklı görülme, kabul görmeme,
dışlanma, suçlanma, yalnızlık, damgalanma gibi durumların üstesinden gelebilmek
için geliştirdikleri belli başlı tutunma ve karşı çıkma stratejileriyle
örülüydü. Ve dahası hikâyelerin bizzat anlatılma biçimleri kendi başlarına
birer stratejiydi. Bu hikâyeler, bir taraftan, anlatanın, kendi yaşamını
kendisi için meşru kılmaya çalışan bir tutarlılık zeminine ulaşma çabasıyla
dillendiriliyordu. Diğer taraftan, dinleyenin olası önyargıları gözetilerek, tahmin
edilmeye çalışılarak, bazı yaşanmışlıklar gizleniyor, saklanıyor ve farklı
anlatılıyordu. Yetiştirme yurdu deneyimi, bu deneyimin özneleri olan genç
kadınlar için kendi toplumsal konumlarını anlamlandırmada, dışarıyı görmede,
yorumlamada ve anlamada yurtta kalanlar için özgül ve belirleyici bir çerçeve
oluşturuyordu. Bir araştırmacı olarak ben de bu hikâyeleri dinlerken, bunları
bir metin aracılığıyla kendi hikâyeleme dilime çevirirken ve hikâyeleri
‘bilimsel’ anlatımın sınırlarına sığdırmaya çalışırken çeşitli zorluklarla
karşılaştım; yapmakta olduğum çalışmanın temellerini ve yapma biçimimi yeniden
yeniden gözden geçirmek ve değerlendirmek zorunda kaldım.
Bu yazıda öncelikle, yetiştirme yurdunun resmi hikâyelemede
nasıl temsil edildiğini ve bu temsilin neden terk edilmesi gerektiğini
anlatmaya çalışacağım. Daha sonra dinlediğim hikâyeler arasından seçtiğim üç
örnek hikâyeye odaklanarak, hem dinlediğim hikâyelerin örülüş biçimlerini hem
de bu hikâyeleri dinlerken bir araştırmacı olarak kendimi nereye konumlandırdığımı
anlamaya ve anlatmaya çalışacağım.
RESMİ HİKÂYELEMENİN UZAĞINDA DÜŞMEK
GEREĞİ
Yetiştirme yurdu deneyimi ve bu deneyimin özneleri resmi
dilde hikâyesiz bir hikâye edişle temsil edilmektedirler. Şöyle ki, Sosyal
Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) resmi internet sayfasında[5]
yetiştirme yurdu “13–18 yaş arası
korunmaya muhtaç çocukları korumak, bakmak ve bir iş veya meslek sahibi
edilmeleri ve topluma yararlı kişiler olarak yetiştirilmelerini sağlamakla
görevli ve yükümlü olan yatılı sosyal hizmet kuruluşları” olarak
tanımlanmaktadır. Söz konusu resmi kaynak, korunmaya
muhtaç çocukların içinde bulundukları durumu “beden, ruh ve ahlak
gelişimleri veya şahsi güvenlikleri tehlikede”[6]
biçiminde tarif ettikten sonra, onların kim olduklarını şu maddelerle
özetlemiştir: “a) ana veya babasız, ana babasız, b) ana veya babası veya her
ikisi de belli olmayan, c) ana veya babası veya her ikisi tarafından terk
edilen, d) ana veya babası tarafından ihmal edilip, fuhuş, dilencilik, alkollü
içkileri veya uyuşturucu madde kullanma gibi her türlü sosyal tehlikelere karşı
savunmasız bırakılan ve başıboşluğa sürüklenen çocuklar”[7]
SHÇEK’in bağlı bulunduğu Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı Çocuk Hizmetleri
Genel Müdürlüğü, kendisini ve misyonunu ise şöyle tariflemektedir: “81 ilde
il müdürlükleri ve bağlı kuruluşları ile ülkemizde korunmaya muhtaç çocuk,
genç, yaşlı, özürlü kişi ve ailelere gündüzlü ve yatılı hizmet götüren en büyük
ailedir.”[8]
Resmi tanımların soğuk dilinde, yetiştirme yurtlarında
yetişen çocuklar, devlet eliyle kurulup işletilen büyük bir “ailenin” neredeyse
tamamen edilgen ve oldukça sorunlu üyeleri olarak resmedilmekteler. Dahası
onlar, bakıma ve korunmaya muhtaç, kimsesiz, ruhen, ahlaken ve bedenen istenen
durumda olmayan, sosyal tehlikeleri karşı savunmasız, başıboş, fuhuşa,
dilenciliğe, alkole, uyuşturucuya bulaşmış ya da bulaşma riski altındaki
kişiler olarak görülmekteler. Resmi dilin damgalayıcı, dar, yapısal süreçlere
de biyografilere de gönderme yapmayan, hayat hikâyelerinin zorluğundan dem
vurmayan, mücadele etmeyi hiç akla düşürmeyen üsttenciliğinde ve işleri
neredeyse suçlamaya kadar götüren üslubunda yetiştirme yurtlarında yetişenlerin bir sorun yumağı olarak
tariflendiği apaçıktır. Bu dil, yetiştirme yurdu deneyimi olan insanların hayatında
olup biten her şeyi tarihsiz bir boşluğa yazar; bizden sebepsiz sonuçlara
inanmamızı ister; üstelik sonuçların da öyle olup olmadığı şüphelidir. Ve
böylece, tıpkı uygulamada on yıllardır olageldiği üzere nedenleri soruşturmak
ve bu nedenlere yönelik mücadeleler vermek gibi fikirlere hiç olanak tanımaz.
Seçilmiş sonuçlardan temsiller kurar ve önyargı devşirir durur. Böyle bir dilin
yıkıcılığından ve verimsizliğinden hızla uzaklaşıp, adına konuşulan yaşamların
bizzat deneyimleyenleri tarafından nasıl anlatıldığına bakmak, mücadeleci ve
devirici bir dil kurmak açısından elzemdir.
Şöyle ki, yetiştirme yurdunda kalmak zorunda olmak, yukarıda
yer verdiğim tanımların yansıtmadığı ya da çarpıttığı başka gerçeklikleri ve
elbette zorlu hayat deneyimlerini içerir. Yetiştirme yurdu yaşantısı toplumsal
bağlamdan kopuk, kesin sınırlarla yurt binalarının içine kapatılmış, yurt
duvarlarının içindeki dinamiklerde işleyen süreçlerde şekillenmez. Bununla
birlikte, yurtta kalanların bireysel hikâyeleri de birkaç maddeyle
özetlenmeyecek kadar çok olasılık barındırır. Gündelik olanın akışı içerisinde,
bu bireysel hikâyelerden kaynaklanan acılar, üzüntüler, yoksunluklar,
suçlanmalar, kayıplar ve güvensizlikler, hâlihazırdaki toplumsal değer
yargılarıyla, dışlanmayla, aşağılanmayla ve sınıfsal belirleyenlerle
ilişkilenir. Hal böyle olunca, yetiştirme yurdu deneyimi toplumsal alanda alta
sıralanmanın ve bireysel acıların birlikte örüldüğü bir ilişkiler ağında
şekillenir. Ve eğer bu deneyimlerin özneleri kadın ise tüm bu andığım eksenler
ataerkillik ve ondan kaynaklanan bitmek bilmez baskılarla bir kez daha, bir kez
daha kuşatılır.
Ne var ki, bu deneyimin özneleri, resmi dilin acımasızca ve
önyargılı bir biçimde işaret ettiklerinin aksine, başlarına geleni çaresizce
kabullenmezler ve hayat hikâyelerinin onları oradan oraya istediği gibi
savurabileceği edilgen bir konuma yerleşmezler. Hayatla başa çıkmak için güçlü
yaşam stratejileri geliştirirler.[9]
Aşağılanmanın ve saldırgan tutumların sürekli mübadelesine dayanan bir gündelik
hayat ekonomisinde, kendilerine yönelik olumsuz, aşağılayıcı sözlere,
bakışlara, değerlendirmelere karşı kimi zaman saldırgan tutumlar geliştirir,
kimi zaman da gizlenerek, saklanarak, gerçeği çarpıtarak bu tutumları idare
ederler. Ve büyük ölçüde aşağılanmaya, dışlanmaya karşı verdikleri yanıtlarla
biçimlenen insan ilişkileri durmadan aksayan bir ritimde devam eder (Vaneigem,
1996, ss. 33-34).
DİNLEMENİN, ANLAMANIN, YORUMLAMANIN
ÇETİN YOLLARI
Araştırma boyunca yaptığım görüşmelerin tümünün çok katmanlı
bir yapısı vardı ve bu katmanlar hep birbirinin içine devrilerek hayat
hikâyelerini oluşturuyorlardı. Genel itibariyle görüşmelerin başlangıcında ve
sonlarına doğru dile getirenler birbiriyle çelişiyor, birbirinin
geçerliliklerini ortadan kaldırıyordu. Bazı durumlarda hayat hikâyeleri farklı
kişilere farklı biçimlerde anlatılıyordu. Dinleyenin kim olduğuna bakılarak
hikâyenin tümü, bir kısmı ya da ayrıntıları değiştiriliyor veya gizleniyordu.
Bazen de iki kardeşin aynı olayı anlatma biçimleri ve anlatılırken olayın nasıl
gerçekleştiği de tamamen farklı olabiliyordu.[10]
Ancak görüşmelerde anlatılanların hangileri ya da ne kadarı doğru gibi bir
soruya hiçbir zaman odaklanmadım. Hikâyelerin, anıların, deneyimlerin,
tanıklıkların neden başka başka anlatıldığına ve tutarsız anlatımların nelerin üstünü örtüp, neleri ortaya saçtığına odaklandım. Böyle dinleyince, tutarsızlık gibi gözüken noktalar anlatan kişinin hayat hikâyesi
bağlamında ya bireysel bir tutarlılık çizgisine kavuşuyor, ya da bilinmesi
istenmeyen bir meselenin etrafına duvar örüyordu.
Anne
Görüştüğüm bir genç kadına “bana hayat hikâyeni anlatır mısın?” sorusunu yönelttiğimde,
cevaben şöyle bir soruyla karşı karşıya kaldım: “Zaman sıralamasına göre mi, öğrenme sırasına göre mi?” Bu soru,
tam da William Lowell Randall’ın Bizi Biz
Yapan Hikâyeler çalışmasında andığı sorulara benziyordu: “Yeninin
çözgüsüyle eskinin atkısından, hem daha önce görülmemiş hem de önceden
planlanmamış olandan, gelecekten bugüne gelen ve geçmişe doğru kayandan
hayatlarımızı nasıl dokuyacağımıza ilişkin soruları oryaya koyarız” (1999, s.
83). Randall’a göre bu soruları ortaya koyarak hikâyelerimizi de nasıl
anlatacağımızı seçeriz. “…bazılarımız her günü yepyeni bir sayfa ya da bölüm,
sürekli değişen bir serüvenmiş gibi yaşarken, bazılarımız için defalarca
tekrarlanan hep aynı hikâye, hatta aynı bölüm ve dize anlamına gelir” (s. 83).
Karşılıklı sorulan iki soruyla başlayan bu görüşmede genç
kadın, yeninin çözgüsü ve eskinin atkısıyla başa çıkmaya çalışırken ikinci
biçimi benimsemişti. Tutarsız tekrarlardan başa dönüyor ve aslında aynı mesele
etrafında bir sonuca ulaşmaya çalışıyordu. Sürekli değişime açık bir serüveni
değil, tekrarlardan yorulmuş bir dizeyi tekrarlıyordu. Dinlediğim genç kadın
hayatını hem zaman sırasını, hem de öğrenme sırasını gözeterek ve de
gözet(e)meyerek anlattı. Hikâyesi, varlığı veya yokluğu derin bir tereddütte
gömülü bir anne üzerine kuruluydu: genç kadının yurtta kalmaya başlamasının
üzerinden yıllar geçmişti ve bir gün yurttaki dosyasına ulaştığında bir annesi
olduğunu öğrenmişti. Ama bir kardeşi olduğunu önceden biliyordu çünkü onunla
görüşüyordu. Koruyucu ailede olan kardeşi ona annelerinin varlığından söz
etmişti elbette ve fakat inanmamıştı çünkü onu görmemişti. Kardeşinden aldığı
bilgi uzunca yıllar kafasını karıştırmıştı ve sonunda dosyasına bir şekilde
ulaşıp gerçeği öğrenmişti. Ama zaten
daha önce dosyasını gören bir arkadaşı ona dosyasında annesinin varlığından söz
edildiğini anlatmıştı. Sonuçta annesi vardı; bunu biliyordu. Bir annesi
olduğunu farklı zamanlarda defalarca öğrenmişti. Bu öğrenme ve zaman sıralaması
meselesinin, genç kadının hikâyesini anlatırken ve elbette onu yaşarken
yarattığı duygu karmaşası, görüşmedeki uzunca bir sessizliğin ardından, genç
kadın tarafından şöylece nihayete erdirildi: “Ama yuvadayken beni ziyarete geliyomuş. Anne geliyomuş”. Belki de
karmaşanın kalbinde yatan iki cümle nihayet söylenmişti. Annenin gelmiş olması
geriye dönük bir arzu olabilirdi; bir gerçek olabilirdi; hayatını dinlemeye
kalkışan bir yabancıya (bana) geldiğinin söylenmesi gerekebilirdi; o anda onu
dinleyen biriyle (benimle) içtenlikle paylaşılan, mutluluk vermiş bir geçmiş
yaşantı olabilirdi… Ancak, tüm bu rahatlıkla çoğaltılabilecek olasılıkların
açığa vurduğu, ortada yeterince bir anne olmayışıydı. Bu olmayış, genç kadının
hayat hikâyesini anlatma biçimini belirliyordu. Çelişkiler, eksik bilgiler ya
da yalanlarla değil bir annenin yeterince olmayışıyla karşı karşıyaydım.
Bu hikâyede, görüşme boyunca anlatının değişmesi ve sürekli
yeni katmanların açılması söz konusuydu. Görüştüğüm genç kadının kendisinin
bildiği ve yorumladığı bir hayat deneyimi vardı ve bu deneyime SHÇEK’in kendi
hayatına dair tuttuğu kayıtlardaki bilgiler, kardeşinden ve arkadaşından
öğrendikleri de ekleniyordu. (Ve şimdi bu hikâye araştırmacı tarafından
yazılınca bu katmanlara bir de ‘araştıranın’ metin yoluyla bilgi ve temsil
üretimi de yine bir katman olarak ekleniyor.) Bu mesele şöyle okunabilir: Bir
yandan, tüm bu bilgi kümeleri ilişkisellik içinde birbirlerini var ederler;
diğer yandan, hayatın ve onun olay
örgüsünün iki farklı gelişim süreci vardır (Randall, 1999, s. 145). İlişkisellikleri
ve gelişim süreçlerini kavramak birçok açıdan önemlidir. Bu kavrayışlar bir
araştırma sürecinde görüştüğümüz kişileri dinlerken karşılaştığımız
çelişkilerin kaynağına (yukarıda anlattığım hikâyede bu bir annenin yeterince
olmayışı) ışık tutabilirler.
Diğer taraftan, görüşmelerde bunca katmanın açılması
araştırmada feminist bir metodoloji benimsemiş olmamdan da kaynaklanmaktaydı.
Yani “saha çalışmasında feminist ikilemler” yaşamaktaydım (Wolf, 2009. s. 372).
Zira, feminist metodoloji ile yürütülen bir araştırmada araştıran ve
araştırılan’ın arasında kurulacak ilişkide eşitlik ve arkadaşlık umudu vardır.
Araştırmacı, araştırılanla mesafesini sorgulamaya ve bu mesafeyle yüzleşmeye
çalışır. Araştırmacı kurduğu ilişkide karşı tarafı sömürmediğini kendisine göstermek
için çeşitli yollara başvurur; çeşitli dayanaklar arar (s. 399). Ama diğer
taraftan, Judith Stacey’nin belirttiği üzere görüşülenlerle kurulan
arkadaşlıklar büyük bir mahremiyet alanının araştırmacıya açılmasına yol verir
(akt. Wolf, 2009, s. 400). Yukarıdaki hikâyede de böyle bir durum sözkonusuydu.
Hikâyeyi anlatanla kurduğum yakınlık ve geliştirdiğim
diyaloglar görüştüğüm genç kadını hikâyesini anlatmaya sevk ediyordu. Fakat
hikâyeyi anlatılırken çektiği sıkıntı beni rahatsız ediyordu. Çünkü karşımdaki
genç kadın, kendisinin de bir türlü netliğe kavuşturamadığı bir durumu, onu
rahatsız eden tüm ayrıntılarını da anımsamaya çalışarak ifade etmeye çalıyordu.
Bu durumda, anlatılması bunca sıkıntı yaratan bir hikâyenin anlatılmasını neden
istiyordum? Bu yaptığım araştırmanın bizzat kendisine meydan okuyan bir
soruydu. Neden o anda açıklığa kavuşturamayacağımı bildiğim (böyle bir
yükümlülüğüm var mıydı; yoksa bile bu durumu sorgulamama engel değildi) bir
karmaşanın, anlatanın anlatırken onca sıkıntı yaşamasına rağmen, hala sorular
yönelterek ve karşılıklı konuşarak anlatılmasını istiyordum. Sorularımın
cevabı, yine beni bu sorularla karşı karşıya bırakan meselede, yani araştırma
içinde iktidar pozisyonuna yerleşmeden karşılıklı konuşma ve diyalog kurma eylemlerine
yüklediğim anlamlardaydı.
Paulo Freire’nin Ezilenlerin Pedagojisi’nde diyalog üzerine
şöyle yazar:
…
insanların kendi sözlerini söylemesiyle ve dünyayı adlandırmasıyla dünya
dönüşüme uğruyorsa, diyalog, insanların insan olarak taşıdıkları anlamın
hakkını verme tarzı olarak kendini dayatır. Bu bakımdan diyalog varoluşsal bir
gerekliliktir … diyalog dünyayı
adlandıran insanlar arasında bir yüzleşme olduğu için, bazı insanların ötekiler
adına bu yüzleşmeyi gerçekleştirdiği bir konum olamaz. Diyalog bir yaratma
edimidir; bir insanın başka bir insan üzerindeki egemenliğinin kullanışlı bir
aracı olarak hizmet edemez. Diyalogda içkin olan egemenlik, diyalogcuların
dünya üzerindeki egemenliğidir; insanların özgürleşmesi için dünyanın
fethedilmesidir (2010, s. 66).
Diyalog kurmak, hiç olmazsa bunun için çaba harcamak
araştırmacıyı pasif ve üsttenci bir dinleyici konumuna yerleşmekten korur.
Diyalog altta yatanı çıkarabilir, ifşa edebilir ve hiç olmazsa gerçekleştiği
anda altta yatanın ortaya çıkmasıyla taraflar nedenlere meydan okuma gücünü
kendilerinde bulabilirler. Bir araştırma sürecinde yarattığı ikilemlere rağmen,
araştırmacının da araştırılanın da güçlenmesi potansiyelini barındırır.
Yurt:
“ondan sonra kalınan” bir yer
Yaptığım her görüşmede, genç kadınlara yurt yaşantısının
nasıl olduğunu ve onlar için şimdi ne ifade ettiğini sordum. Bu sorular
yanıtlanırken kurulan hikâyeler, genç kadınlar için muğlak duygu durumlarının
bir arada varlığını sürdürdüğünü ortaya seriyordu. Yurdun nasıl bir yer olduğu
sorusunu yönelttiğim bir genç kadın hikâyesine şöyle başladı: “Orası da aslında büyük bir aile. Hemen hiç
tanımadığınız çocuklar gelip sizinle oynamaya başlıyor. Öğretmenler öyle. İlk
başlarda ben biraz ağladığımı hatırlıyorum. Sonra, çok kısa sürüyor, seni
alıyorlar gezdirmeye başlıyorlar işte. Oyuncaklar arkadaşlar, ondan sonra
kalıyorsunuz.” Genç kadının hikâyeye başlarken yaptığı olgun girizgâhla
başka görüşmelerde de karşılaştım. Genç kadınların birçoğu “ondan sonra kalıyorlardı”. Bazen
alışıyorlardı; bazen sevmiyorlardı; bazen nefret ediyorlardı; bazen
sığınıyorlardı; bazen keder basıyordu; bazen umarsızlık çöküyordu; ama işte “ondan sonra kalınıyordu”. “Ondan sonra kalınıyordu” ve her bir genç
kadının terk edilme ya da kayıplarla biçimlenmiş hikâyesi biricikleşiyordu.
Hikâyesini “ondan
sonra kalıyorsunuz” ifadesindeki çaresizlik çağrışımlarıyla açan genç
kadın, bu eşiği atlayınca yurdun ona esas üzüntü veren tarafını anlatmaya
başladı. Genç kadın, çocukluğunu hatırlayamadığı için çok üzgündü. Nasıl bir
çocuk olduğunu öğrenmek için yurttaki dosyasına bakmıştı: “yuvadayken daha sonra yurda gittiğimde dosyama bakmıştım, yani
yuvadayken hakkımızda açılan dosyalara, aslında hareketliymişim. Yani grupla
beraber oyun oynamayı severmişim falan filan yazıyordu.” Bu hikâye ona
yetmemişti. Yurdun çocukluğuna ilişkin tuttuğu kayıtlardan bulup çıkardıkları
ona bir şey söylemiyordu. Çocukluğunu başka türlü dinlemek ve hatırlamak
istiyordu. Kaldığı yuva ve yurt küçük bir şehirde olduğu için orada kendisini
tanıyanlar vardı. Onlara da sormuştu: “yani
onlar böyle bahsettiklerinde aslıda yuvada yaramaz ve böyle az sevilen ama
böyle yaramaz öyle bir şeymişim.” Peşine düştüğü kaybı yine bulamamıştı.
Çocukluğundan hatırladığı çok az şey vardı. Ona göre bunlardan en yaralayıcı
olanı yuvada sürekli saçlarını kesmeleriydi: Orayla
ilgili benim aklımda en çok kalan, beni en çok yaralayan odur. Saçtır. Çünkü
düşünüyorsunuz, yani istiyorsunuz uzun olsun. Kız olduğunuz anlaşılsın diye
saçınız ıslatıyorsunuz sürekli hani böyle kâkül yapmaya çalışıyorsunuz ve kâkül
bile olmuyor yani o saçlar. Bana her gün
kesiyorlarmış gibi geliyordu. Ama haftada birmiş yani. Gittim sordum haftada bir kesiyorlarmış”. Ve
hikâyedeki hüznü dağıtmak için gülerek başka şeyler hatırladığını da ekliyordu:
“En çok hatırladığım şeyler onlar hani
televizyon falan, kalorifer petekleri boyum onlara yettiği için onları
hatırlıyorum o tarz şeyler.” Genç kadınla kurduğumuz diyaloğun sonlarında
yurtla kurduğu bağı şöyle tarif etti: “kendimi
ait hissediyordum ama bir aileye değil yani böyle bir bir yere, bazı bazı
kavramlara falan ait hissediyordum. Ama öyle bilmiyorum. İçi dolu mu? Boş mu?
Hala bilmiyorum bazen düşündüğümde evet ait hissediyorum, bazen düşündüğümde
hayır değil diyorum.”
Yurda ilişkin “bir aile gibiydi” vurgusuyla başlayan, sonra
bir geçmişsizliğe, aidiyetsizliğe, arada kalmaya doğru yol alan bu hikâye
yapısıyla araştırma boyunca sık sık karşılaştım. Neredeyse tüm görüşmelerde başlangıçlarda
kurulan cümlelerin yansıttığı yurt yaşantısıyla, görüşmeler ilerledikçe
anlatılan yurt yaşantısı birbirinden farklıydı. Görüşmeler temkinli bir yurt
tanımlamasıyla başlıyordu. Bu başlangıçlarda yurt, “büyük bir aile”, “kalabalık
bir aile”, “hep yeni kardeşlerin de
geldiği bir ev”, “sığındığımız bir
çatı”, “sonuçta bize kucak açan bir
yer” olarak anlatılıyordu. Yurdun bir aileye ve ailenin yaşadığı bir eve
benzetilmesi, ilk bakışta genç kadınların yurt yaşantısını sahiplendiği,
onayladığı, üyelerinden bazılarının eksildiği ya da parçalanmış olan
ailelerinin yerine -biraz da olsa- koydukları izlenimi oluşuyordu. Yurda
ilişkin ilk anlatılanlar için sanki söz birliği edilmişti.
Bu söz birliği, James C. Scott’ın Tahakküm ve Direniş Sanatları: Gizli Senaryolar’ında tartıştığı kamusal senaryolara benziyordu (1995). Scott’a göre, kamusal senaryo, tâbi olanların, hâkim olanlarla ilişkilerinde ve
diyaloglarında devreye soktukları söylemsel stratejilerdir. Bu senaryoda, aşağıdakiler, hayatta kalmak ve örtük
bir biçimde mücadele etmek için, yukarıdakilerle
karşılaştıklarında kendilerine ilişkin yanlış tanıtımlar üretirler. (Scott,
1995, ss. 24-25). Yurdun
başlangıçlardaki tanıtımına ilişkin söz birliği, aslında Scott’un tariflediği
kamusal senaryoya çokça benzeyen bir temkinli
senaryonun oynandığını gösteriyordu. Tam olarak bir kamusal senaryo değildi
çünkü genç kadınların gözünde kesin bir iktidar konumunda değildim. Görüştüğüm
genç kadınların çoğuyla aynı ortamda bir süre kalmış, birlikte yemek yemiş,
acılarını dinlediğimi düşünmüş ve kendi hayatıma dair bir şeyleri paylaşmıştım.
Genç kadınlar beni bazı durumlarda “sosyolog
abla”, bazen sadece “abla”, bazen
“arkadaş”, bazen “öksüz yetim duası almış iyi biri”, bazen “çok soru soran biri” olarak çağırmışlardı. Bu yakınlık konumumu
muğlaklaştırıyordu. Ne tam anlamıyla dışardan, ne tam anlamıyla içerden biri
olabiliyordum. Bu muğlaklık iktidar konumlarına karşı devreye giren kamusal
senaryodan farklı bir senaryoyu devreye sokuyordu. Genç kadınlar, kendi
konumlarının ve yaşantılarının bir başkasının gözünden bakarak değerlendirmesini
yapmak, gözünden bakılanın yurda ilişkin kanaatini yönetmek için, öncelikle
olumlu bir girizgâh yapıyorlardı; görüşmeleri temkinli senaryo ile
açıyorlardı.
Yukarıda anlattığım çocukluğunu arama hikâyesinde olduğu
gibi, başlangıçta, genç kadınlar toplumsal alanda genel kabul gören -ve aslında
bizzat kendisi sorunlu olan- bir aile
temsilini devreye sokuyorlardı. “Aile içi ilişkiler ve evin kendisi genellikle
dış dünyanın tehlikelerinden kaçabilecekleri bir yer sunarak aile üyelerine
rahatlık ve güvenlik sağlayan unsurlar olarak temsil edilmektedir” (Lupton,
2002, s. 230). Temkinli senaryo bu temsile dayanıyordu.
Görüştüğüm genç kadınlar, bir ailede büyümemiş olmaktan dolayı sıklıkla
karşılaştıklarını ifade ettikleri önyargıları ve suçlamaları kendilerinde
uyanık tutarak, birkaç gün önce tanıştıkları birine karşı temkinli olmayı
seçiyorlardı. Ancak, hayat hikâyesinin büyük bir bölümünün geçtiği bir yeri
olduğundan başka anlatmak, genç kadınların hayat hikâyelerinde gedikler
açıyordu. Hayatlarının ortadan kaldırılamaz bir parçasını yok saydıklarında ya
da farklı anlattıklarında yaşamlarının bir parçasıyla diğer parçaları arasında
bölünmeler yaşıyorlardı.
Bu durumda, görüşme içinde diyaloglar ilerledikçe, genç
kadınlar yurda ilişkin temkinli anlatımları terk ederek, kendi hayat
hikâyelerinin bütünlüğü içinde yol almaya başladıklarında yurdun tanımları da
değişmeye başlıyordu. Başlangıçlarda olumlanan, ayrıntılarına hiç girilmeyen,
hakkında “normal bir ev gibiydi, aile
gibiydi, sadece birazcık farklıydı” denilen yurt, diyaloglarımız ilerledikçe başka bir yere
dönüşüyordu. Genç kadınlar, “yurtlarda
neler olmuyor ki”, “yurtta kalmayı
kim ister”, “acı dolu günlerdi;
hatırlamak bile zor geliyor” gibi ifadelerle koridorlar açıyor ve
konuşmalarımızın başlarında anlattıklarından farklı bir yurdun odalarının
kapılarını açıyorlardı. Ancak temkinli senaryoyu devreden çıkarıp başka kapılar
açmaya başladıkça, genel kabul gören temsillerden uzaklaşıyor ve kendi
deneyimlerinin dillerinden devşirdikleri hayat hikâyelerini anlatmaya
başlıyorlardı. Böylece kendi hayatlarını onlara anlat(may)an resmi kayıtlardan,
genel kabul gören toplumsal temsillerden sıyrılıp, hayatlarına dair anlamlar
oluşturma sürecinin özneleri oluyorlardı.
Jilet
Yaptığım görüşmelerde, genç kadınların hikâyeyi nasıl
anlatacaklarına dair tercihleri her zaman hayat hikâyelerindeki kafa
karıştırıcı unsurlardan ya da bir türlü bilgisine ulaşamadıkları geçmişin
boşluklarından beslenmiyordu. Bazen anlatan kişinin açıkça muhatabını idare
etmesine bağlanabiliyordu. Diğer bir deyişle, sorduğum soruların
cevaplanmasında, daha önce andığım üzere, belirli stratejiler devreye
giriyordu. Bu stratejilerden birisi de muhatabını idare etmeydi.
Görüştüğüm genç kadınlardan birinin kollarında çok fazla
jilet izi olduğunu fark etmiştim. Ve bunun üzerine ona, “bunları ne düşünerek yapmıştın? Şimdi bunlar senin için ne ifade
ediyor?” sorularını yönelttim. Jilet izlerine dair söyleyeceklerinden onun
geçmişine doğru açılacağımızı ya da duyguları üzerine konuşabileceğimizi hissediyordum.
Şöyle bir cevapla karşılaştım:“İçimdeki
acı çok fazlaydı. Bunu yapınca acıyı daha da iyi hissediyorum. Bedenime zarar
verince rahatlayacağımı zannediyorum” dedi ve hemen ardından ekledi: “aslında ben bunun yanlış olduğunu
biliyorum, çünkü insan kendi bedenine zarar verince dünyadan, annesinden,
babasından öcünü alamıyor. O yüzden yapmadım bir daha”. Cevaplar gerçekten
etkileyiciydi. Kendisini yeterince tanıyan, yaptıklarıyla hesaplaşan,
yaptıklarının nedenlerine ulaşabilmiş birinin sözlerine benziyordu. İfade
ediliş biçimleri tereddütsüzdü. Çekilen acının bedene kazınmasından, acıların
öç alma isteği yarattığından dem vuruluyordu. Genç kadın beden diliyle,
bakışıyla, bu sözleri söylerkenki üslubuyla konuyu net bir biçimde açıklamıştı.
Karşısında söylenecek söz ya da boşluk da bırakmıyordu. Bu soruların ve
cevapların ardından, görüşmemiz yurt yaşamının birçok ayrıntısına, mesela
yurttaki bakıcı annelere, yurttaki arkadaşlıklara, genç kadının okula ilk
başladığı zaman yaşadığı zorluklara uğrayarak devam etti. Ne var ki daha
sonraları jilet izleri konusunda aynı cevabı farklı genç kadınlardan da duydum.
Çok şaşırmıştım. Uzunca zaman üzerine düşündüğüm, özgün olduğunu düşündüğüm bir
cevap nasıl böyle tekrar ediyordu? Bu cevabın üzerine gittim. Mesele basitti.
Genç kadınlar yurttayken jiletle vücutlarını çizdiklerinde psikoloğa
yönlendiriliyorlardı ve bana verdikleri cevapların bazıları da işte bu psikolog
görüşmelerinde duydukları, öğrendikleri sözlerdi. Demek ki bu cevapla ilk
karşılaştığım görüşmede aslında genç kadın daha önce öğrendiği ve tekrarlamakta
olduğu bir cevapla hayatına dair anlatmak istemediklerinin etrafına kalın bir
perde çekiyordu. Bu görüşme boyunca hem çok şey konuşmuştuk, hem de hiçbir şey.
Kesin olan o kalın perdeyi aralayamadığımızdı. Genç kadın güvenli bulduğu bir
açıklamanın ardına duygularını ve yaşantılarını gizlemişti. Ve belki daha fazla
konuşmamak için, belki hislerini açıklamak istemediği için ya da muhatabını
(beni) bu konuda konuşulacak uygun bir kişi olarak görmediği için görüşmemiz
boyunca beni idare etmişti.
Gizleme ya da hayat hikâyesini bağlama göre yeniden yeniden
kurma basit bir yalancılıktan çok daha fazlasıydı. Araştırma boyunca,
yetiştirme yurdu deneyimi olan genç kadınların söyledikleri yalanları,
vücutlarına attıkları çizikleri, bazen kendilerini acındırmalarını, bazen kavga
çıkarmalarını, öfkelerini ifade etme biçimlerini, birbirlerine karşı
acımasızlıklarını ve daha birçok olumsuz davranışlarını ve ruh hallerini
göründüklerinden farklı biçimlerde okumanın mümkün ve gerekli olduğunu fark
ettim. Bu fark ediş benim dinlediğim hikâyeleri değerlendirmemde dikkat etmem
gereken yeni noktaların açığa çıkmakta olduğunu gösteriyordu. Şöyle ki, tam da
Pınar Selek’in Ülker Sokak çalışmasında belirttiği gibi “(…) tanıklıklarımın
zihnimde yarattığı duygusal iklim, beni aynı zamanda “suç ortağı” olan
arkadaşlarıma güzellemeler yazmaya, “özne” olan bir topluluğu “mağdur ilan
etmeye itebilirdi” (2007, s. 27). Ancak hikâyelerin nasıl anlatıldığına, ne
kadarının anlatıldığına, neden gizlendiklerine odaklanmak değerlendirmelerimde
yeni yollar açabiliyordu. Çünkü anlatılan hikâyelerin neden öyle anlatıldığı da
yetiştirme yurdu deneyimi olan genç kadınların kendilerini korumak için örmek
zorunda kaldıkları kozanın bir ilmeğiydi. Dolayısıyla, hikâyeler anlatılırken
devreye sokulan stratejiler de dâhil olmak üzere, yukarıda andığım durumların
her biri ayakta kalmanın, mücadele etmenin, hayatı sürdürebilmenin, acıyı
yaşamanın birer izi ya da usulü olarak değerlendirilebilirdi.
Jilet hikâyesinde de böyleydi. Genç kadın, başlı başına bir
yaratıcılık faaliyeti icra ediyordu. Ve kendi kozasını örüyordu.
Yaratıcılığıysa hayatını hiç olmazsa hikâyesinde belirlemeye ve kendini
korumaya dönüktü. Kendini korumaya çalışırken, belki birçok kişiye tekrarladığı
bir ezberi sürdürüyor ama her defasında kendi hikâyesini yaratıyordu. Bu tür
yaratıcılık faaliyetiyle tüm araştırma boyunca karşılaştım. Genç kadınlar karşı
tarafın kendileri hakkında ne düşüneceğini belirlemek istiyorlardı. Çünkü
sıklıkla karşılaştıkları önyargılar, onların da her hâlükârda acımasızca
yargılanacakları, dışlanacakları, aşağılanacakları gibi önyargılar
geliştirmelerine sebep olmuştu. Böyle
davranmalarını gerekli kılan birçok durum mevcuttu. Yetiştirme yurdu deneyimi
olan genç kadınların hayatlarında derin izler bırakan, yurt öncesine, yurt
yaşantısına ve sonrasına ait birçok mesele vardı. Dolayısıyla, hayat
hikâyelerinde dile getirmekten çekindikleri, sakladıkları, yok saydıkları ve
henüz kendilerinin bile yüzleşmeye cesaret edemedikleri birçok an(ı) mevcuttu.
Bu durumlar karşısında benim -araştırmacının- hikâyeleri
dinlerken aceleci olmam ya da merak duygusuyla hareket etmem henüz kapanmamış
yaraları tekrar açabilir ve yıkıcı bir etki yaratabilirdi. Bunları fark
ettikçe, araştırmayı sürdürebilmem için yanıtlamam gereken yeni sorular ortaya
çıkıyordu: Yetiştirme yurdu deneyimi olmayan biri olarak, bu deneyimi ancak
dışardan bilebilecek biri olarak, yetiştirme yurdu deneyimlerinin ne kadarını,
nasıl anlayabilir ve ne ölçüde yansıtabilirdim? Bu deneyimin bilgisine nasıl
ulaşacaktım? Duyduklarımın ve tanıklıklarımın ne kadarını anlatmalıydım?
Dorothy Smith’in söylediği gibi sosyal olarak inşa edilmiş bir dünyayı
bilebilmemizin tek yolu onu içerden mi bilmektir? (aktaran. Wolf, 2009. s.
390).
Nihayetinde, çalışmamı sürdürebilmek için tutunabileceğim
dal tarafsızlıktan ya da yanlışlar yapma korkusuyla hareket etmekten ziyade,
‘bilimsel’ bir araştırmanın yürütülme usulüyle araştıranı ve araştırılanı,
ürettiği temsille toplumsal algıyı değiştirme olasılığı ve tam da yürütüldüğü
anda ve belki sonrasında da araştıranı ve araştırılanı güçlendirme olasılığı
oldu. Diğer bir deyişle, tıpkı Selek’in söylediği gibi “… bu küçük alana
örgütleyeceğim büyüteç, tüm hayatın ipuçlarının sorgulanmasına ilişkin, daha
sonradan sürdürülüp sonuçlar çıkarılacak bir deneyim olabilirdi” (2007, s. 27).
SON: HİKÂYELERİN İMKÂNLARI
Yetiştirme yurdu deneyimi, görüştüğüm tüm genç kadınların
hayat hikâyelerini boydan boya etkilemişti. Bir yerin, bir mekânın hem kendisi
hem de esinlediği duygular kişisel deneyimlerin birer parçası olur (Lupton,
2002, s. 225). Yetiştirme yurdu da genç kadınların hikâyelerinde hem içinde
yaşanılmış bir somutluk, hem de esinlediği duygular ve dayattığı anlamlarla bir
soyutluk olarak kendini gösteriyordu. Geç kadınlar bu deneyimi çaresizlikle,
öfkeyle, isyanla, kabullenmişlikle, haksızlık duygusuyla, yalnızlıkla ve az da
olsa mutlulukla anabiliyorlardı. Ancak bu deneyim, genç kadınları mutlak isyan
ya da kabullenme konumlarına yerleştirmiyordu.
Yetiştirme yurdu deneyimlerini hikâyelerken, reddetmek ya da
kabullenmek konumlarının dışında üçüncü alanlar açıyor ve hikâyelerini buraya
kuruyorlardı. Üçüncü alanlar açmalarına,
kendi hayatlarına ilişkin anlamlar aramalarına, kendi hayatlarının
anlatıcısı olmalarına olanak tanıyan şey, onların yukarıda tartıştığım anlatma
stratejileriydi.[11]
Bu
stratejiler, bazen hayat hikâyesinin karmaşıklaştırılması,
bazen temkinli senaryoların devreye sokulması bazen de doğruların söylenmeyerek
karşı tarafın idare edilmesi olarak görünürleşiyordu. Yukarıda andığım üzere,
hikâyelerin dinleyicisi olan bir araştırmacı için bu anlatımları takip etmek
sürekli araştırmanın metodolojisine geri dönüp sorular sormayı gerektiriyordu.
Diğer taraftan bu söylemsel stratejiler, yukarıda andığım
yetiştirme yurdunun resmi hikâyelemesini baştan sona ters yüz ediyorlardı. Hem
resmi hikâyenin, hem de resmi kayıtların oluşturduğu boşluğa ve tarihsizliğe
meydan okuyorlardı. Genç kadınlardan dinlediklerim, bu boşlukların
geçmişsizliklerin, nedenleri ortaya konmadan gösterilen toptancı sonuçların
karşısına, her anına kafa yorulmakta
olan bir hayatı, o hayatların ilmek ilmek örülen hikâyelerini koyuyorlardı.
Anlattıkları hikâyeler ve anlatırken başvurdukları yollar, resmi hikâyelemenin
oluşturduğu kabuğu kaldırıp altındaki yaraları gösterecek kadar güçlüydüler.
Elbette, hikâyeler yaşanmış bir hayatın bire bir kopyası olamazlardı. Tam da
böyle olmadıkları için, yaşanmış bir
hayatın, ya da tanımı başkaları tarafından ve resmiyetle yapılmakta olan bir
hayatın, çoğu zaman boğucu olan havasından uzaklaşıp, taze hava koridorları
açıyorlardı. Anlatanlara, geriye dönüp geçmişin kırık dökük parçalarını
toplayabilme gücü veriyorlardı.
[1] Bu yazıda hikâyelerinden hikâyeler anlattığım, yetiştirme
yurdu deneyimi olan genç kadınlara müteşekkirim. Ve bu hikâyeleri beraberce
andığımız, beraber çalıştığımız başka kadınlara da, Gül’e, Aysun’a, Meral’e,
Güneş’e, Mehtap’a… ve Mehmet’e de özel bir teşekkürle…
[2] Doktora
Öğrencisi, Sosyoloji Bölümü, ODTÜ
[2]
[3] Bu iki dize, Murathan Mungan’ın Kayıp Kırlar şiirindendir.
[4] Bu görüşmeler ek olarak, elli genç kadınla da yarı
yapılandırılmış görüşmeler yaptım. Bu görüşmelerin bir kısmı, Nar Taneleri Projesi’ne, araştırmacı
olarak dahil olduğum bir süreçte gerçekleşti. Böyle olunca, görüştüğüm genç
kadınların bir kısmıyla iki ay birlikte yaşadım. (www.nartaneleri.com
adresinden Nar Taneleri Projesi’ne ulaşılabilir.)
[5] http://www.shcek.gov.tr/yetistirme-yurtlari.aspx 20.08.2012
tarihinde erişildi.
[6] http://www.shcek.gov.tr/yetistirme-yurtlari.aspx 20.08.2012
tarihinde erişildi.
[7] http://www.shcek.gov.tr/yetistirme-yurtlari.aspx 20.08.2012
tarihinde erişildi.
[8] http://www.shcek.gov.tr/yetistirme-yurtlari.aspx 20.08.2012
tarihinde erişildi.
[9] Burada stratejiler olarak andığım durumlar, yetiştirme
yurdu deneyimi olan genç kadınların bedenleriyle kurdukları çetrefilli ilişki,
yerleşiklik duygusunu reddetmek için sürekli adres değiştirmeleri, sokakta
yaşayabilmek gibi kamusalın kurallarını ve özel alanın korunaklı sınırlarını
muğlaklaştıran barınma usulleri, doğruları söylememeyi bir algı yönetimi usulü
olarak kullanmak gibi bir dizi pratiği içermektedir.
[10] Yetiştirme yurdu deneyimi olan genç kadınlarla bir süre
beraber de kaldığım için hikâyelerini farklı insanlara nasıl farklı
anlattıklarını izleyebildim. Buna ek olarak görüştüğüm genç kadınlar arasında
kardeş olanlar da vardı. Bu yüzden, kardeşlerin aynı olayları bazen nasıl
farklı ördüklerini de izleyebildim.
[11] Necmi Erdoğan, bu üçüncü alanları yoksulluk bağlamında
tartışır. Erdoğan, N. (2002). “Yok-Sanma: Yoksulluk- Maduniyet ve Fark
Yaraları”. İçinde Yoksulluk Halleri. (ed. N. Erdoğan). İstanbul: İletişim Yayınları.
ss. 47-95.
[11]
[11]Kaynakça
[11]Freire, P.
(2010) Ezilenlerin Pedagojisi. (çev.
D. Hattatoğlu ve E. Özbek). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[11]
[11]Lupton, D.
(2002) Duygusal Yaşantı: Sosyo-Kültürel
Bir İnceleme (çev. M. Cemal). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[11]
[11]Randall,
W.L. (1999) Bizi ‘Biz’ Yapan Hikayeler: Kendimizi Yaratma Üzerine Bir Deneme.
(çev. Ş. S. Kaya). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[11]
[11]Scott, J.
C. (1995) Tahakküm ve Direniş Sanatları:
Gizli Senaryolar. (çev. Alev Türker). İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[11]
[11]Selek, P.
(2007). Maskeler Süvariler, Gacılar.
İstanbul: İstiklal Kitabevi.
[11]
[11]Wolf, D. L
(2009) Saha Çalışmasında Feminist İkilemler. İçinde Méthodos: Kuram ve Yöntem Kenarından. (Der. D. Hattatoğlu ve G.
Ertuğrul). İstanbul: Anahtar Kitaplar Yayınevi.
[11]
[11]Vaneigem,
R. (1996). Gençler için Hayat Bilgisi El
Kitabı: Gündelik Hayatta Devrim. (Çev. A. Çakıroğlu ve I. Ergüden).
İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
[11]
[11]