26 Ağustos 2013 Pazartesi

Gönüllülerden Sesler

Alper Tuncer
Hayatta ne zorluklar varmış, bu kadar bolluk arasında ne yalnızlıklar varmış…!
Benim ilk ziyaretimdi bu.Hem heyecanlandım hem hüzünlendim. İnanırmısınız çocukluğumu yeniden yaşadım. Sevgiyle büyümek,paylaşmak insanın gelişiminde en önemli etken.Bu duyguları bu maneviyatı yaşayan kişiler olarak bu tür organizasyonlara destek olmak zorundayız. Destek olmalıyız ki bu kardeşlerimiz de başkalarına destek olabilmeyi öğrenmeliler.Kimse anne babanın yerini dolduramaz  elbette ama az da olsa onlara sevgi göstermek onlara bu zor günlerinde yardımcı olacaktır diye düşünüyorum.Biliyorum ki bizim emeklerimiz, ziyaretlerimiz denizde bir kaşık su ama olsun.Yeterki bir adım.Ben kendi adıma bu adımı attığım için gururluyum,huzurluyum.Kardeşlerime sonuna kadar destek olmaya varım.Herkes kendi çocukluğunu aklına getirmeli ve bu adımı atmalı.
Şenay Başşahin
10-15 dakikalık alışma sürecinden sonra sanki yıllardır tanıyormuşcasına sokulmaları, tebessümleri, konuşmaları ve birlikte birşeyer yapmaktan duydukları mutluluğun gözlerinden okunması herşeye değer..  Bizim için küçük belki de önemsiz, ancak onlar için önemli ve özenle yaptıkları küçücük hediyeleri kocaman yürekleriyle sunmaları.. Tarifsiz duygular bunlar..
Elbette çok şeye ihtiyaçları var. Fakat gözle görülen, yüzlerinden yansıyan, dillerinden dökülen ilgiye ve sevgiye duydukları ihtiyaç.. Ayrılırken her birisinin ayrı ayrı "tekrar geleceksin dimi ? " soruları ve defalarca sarılıp öpmeleri insanın kendisini sorgulamasına sebep oluyor. Demekki bu kadar ihmal ediyoruz çocuklarımızı.. Yani geleceğimizi, yani umutlarımızı.. İhmal etmemek dileyle.. Ben tekrar gideceğim, sonra tekrar, sonra tekrar tekrar tekrar..
Duygu Karaman
Çocuklarla böyle bir ortamda ilk buluşmamdı.Aykut'un hazırladığı bu güzel organizsayon,belki de hayatımın içinde 2 saatlik bir huzur bulma yolculuğuydu.Onların gülüşlerini ,mutluluklarını,sevgiye nasıl ihtiyaçları olduğunu bu ziyaretle görme fırsatım oldu.Çıktıktan sonra,iyiki gelmişim ve imkan buldukça bu çocukların yanında olmalıyım duygusuna kapıldım.Herkes en azından hayatında 1 kere çocukların yüzündeki o mutluluğu görmeli..
Serkan Yılmaz
Kardeşlerimizin gözlerindeki ışıltıyı cam şişeleri boyayarak renklendirip, onların yaratıcılığını sergilemelerine yardımcı olmaya; merak ettikleri soruları cevaplayıp, muzip ve şakacı oyunlarında rol almaya çalıştık. Çobanyıldızı'nın katıldığım bu aktivitesinde çocukların vizyonuna bir parça katkım olduysa ne mutlu bana. Bu fırsat için teşekkür ederim.
Serçin Aydoğdu
4 grup var; genç kızlar, genç erkekler, minik erkekler ve minikler karışık yaşları 7-12 arası 38 çocuk… Belki o hafta kimse gelmez diye, planları hep varmış ya film izliyorlarmış ya da ikna edip dışarı çıkıyorlarmış top oynamaya… Çok farklı değil bu kısmı benim çocukluğumdan, ne kadar oyun oynadım ki sanki babamla. Annem kazak ördü belki ama kolye yapmadı bana, hiç eksikliğini de duymadım. İnsan sahip olduklarını normal kabul edip diğer insanlarda aynı koşullara sahip sanıyor. Ama değil ne yazıkki... Harcadığımız zaman hayat kadar, neden ihtiyacı olana vermeyelim. Öncülüğün için teşekkürler Aykut.

BJK Seremoni

Sizlere o günkü etkinliğimizi bir hikaye olarak aktarmak isteriz;
RÜYA!
Küçük kızı yanı başına almış muhabbete koyulmuştu. Kız sakallarını işaret ederek sordu:
-          Bu ne?
-          Sakal.
-          Neden?
-          Erkeklerin yaşları büyüdüğünde sakalları çıkar yanaklarında.
-          Hmm!.. Bu ne?
-          Kravat.
-          Neden?
-          Takım elbise giyerken daha güzel görünmek için kravat takılır.
-          Neden…
Sormaya devam etti... Ya da bir saniye, gelin bu rüyanın en başına dönelim …
Masasında oturuyordu, aklından bir şeyler geçti… ‘Acaba çocuklara bir bayram hediyesi verebilir miyim?’dedi içinden. ‘Yapabilir miyim acaba?’ diye düşündü. Üstünde daha fazla düşünmektense harekete geçmeyi uygun buldu. İnterneti açtı, adresi girdi; www.bjk.com.tr . Aldığı telefon numarası ile kulübü aradı. Telefon açıldı, mail atılması rica edildi. Mail’de uzun uzadıya bahsetti neler yapılmasını istendiğini. Epey bir uğraşmıştı. Yarım saat geçtiğinde mailini bitirdi, gönder tuşuna bastı ve mail gitmişti. Bilgisayarını kapattı, toparlandı ve servise binmek üzere işten çıktı. Henüz 10 dakika geçmeden telefonu çaldı. Numarayı tanımıyordu. ‘Acaba?’ diye geçirdi içinden… Telefonu açtı.
-          Merhaba, ben BJK medya iletişim sorumlusu Gökhan Dinç.
-          Merhaba, nasılsınız?
-          Mailinizi okuduk. Belirttiğiniz tarihte etkinliği gerçekleştirebiliriz.
Gülümsedi ister istemez ve gözleri doldu sevinçten. Kendini toparladı ve devam etti konuşmaya:
-          Çok memnun oluruz. Ne kadar çabuk cevapladınız talebimizi. Nasıl teşekkür edeceğimi bilemiyorum?
-          Biz teşekkür ederiz. Biz federasyondan gerekli izinleri alacağız, daha sonra tekrar konuşuruz, hoşçakalın.
-          Çok teşekkür ederim, gerçekten çok teşekkür ederim!
Telefonu kapattı, titremelerini durdurmak için ellerini birleştirdi. Heyecanını nasıl bastıracağını bilemiyordu. İlgilenen herkesi arayıp müjdeyi verdi. Sonra Bayan Bulut’u aradı. Bayan Bulut, İstanbul Oyuncak Müzesi’ni ziyarete gelen çocukları Düş Ülkede yolculuğa çıkaran, aynı esnada da –mümkün görünmeyen bir şekilde- hiçbir çocuğun dikkatinin dağılmamasını sağlayan, artık ablası saydığı Derya Hanım’dı.
-          Abla nasılsın?
-          Teşekkür ederim canım, sen nasılsın?
-          Ablacım önümüzdeki Cumartesi günü Beşiktaş Kulübü ile Adapazarı’ndan ve İstanbul’dan gelecek korunmaya muhtaç çocuklarımıza bir bayram hediyesi vermek istiyoruz. Çocuklarımızı maç öncesi seramoniye çıkaracağız. Sonra da birlikte maçı izleyeceğiz. Maça gitmeden önce çocukları Düş Ülkede dolaştırır mısın?
-          Ne demek? Memnuniyetle!
-          Teşekkür ederim ablacım, Cumartesi görüşmek üzere. 
Günler geçti, çocuklar ayarlandı, 11 Eylül günü tüm büyüsüyle birlikte geldi çattı. Adapazarı’nda çocuklarla buluştu. Yüzleri gülüyordu. Tek tek hepsiyle tanıştı. İlk durak İstanbul Oyuncak Müzesi oldu. Bayan Bulut ile birlikte Düş Ülkede dolaştılar. Kâh uzaydaydılar, kâh denizlerde… Daha sonra resimler yapıldı ve düşler evinden armağanlar alındı. Hepsinin karınları acıkmaya başlamıştı. Teşekkür ederek müzeden ayrıldılar.
Beşiktaş Kulübünün yetkilileri Fulya’da hazır bekliyorlardı. Hiçbir teklifte bulunulmamasına rağmen Kulüp, yemek bile düzenlemişti. Keyifler bir kat daha arttı. Yemeğe geçildi. Çocukların mutlulukları her hallerinden belli oluyordu. Küçücük şeyler bile mutlu edebiliyordu çocukları… O da sevindi… Sanki çocukları davet eden kendisi değilmiş de, çocuklar konuk etmişlerdi O’nu kendi dünyalarına. Yemekler yendi oyunlar oynandı, özellikle deve-cüce oyununda çok eğlenmişlerdi.  
Stada doğru yol aldılar. Formalar, şortlar giyildikten sonra tribünde yerlerini aldılar. Şarkılar söylendi, tezahüratlar yapıldı. Derken seramoniye geçildi. Futbolcular saha kenarında büyük bir sevecenlikle karşılayarak ellerinden tuttu çocukların. Orta sahaya doğru gittiler, artık seramonideydiler. O’da bu anı fotoğraflıyordu, onlarca gazatecinin arkasından. Gözleri doldu, nefes alış verişi kesik kesikti. Daha sonra öğrendi ki, babası da aynı anda aynı durumdaymış. Seramoni bitti, tekrar tribündeki yerlerini aldılar. Tüm çocuklarla ayrı ayrı ilgilenmek istiyordu ama ne yazık ki, bu kadar kısa sürede imkânsızdı. Düşündü… En az çocuklar kadar iyi vakit geçiriyordu. Onlarla sadece bugün değil, daha fazla vakit geçirmeye karar verdi. Beş yaşlarındaki bir kız çocuğunun yanına doğru gitti. Küçük kızı yanı başına almış muhabbete koyulmuştu. Kız sakallarını işaret ederek sordu;
-          Bu ne?
-          Sakal.
-          Neden?
-          Erkeklerin yaşları büyüdüğünde sakalları çıkar yanaklarında.
-          Hmm!.. Bu ne?
-          Kravat.
-          Neden?
-          Takım elbise giyerken daha güzel görünmek için kravat takılır.
-          Neden…
Küçük kız ısrarla başka sorular soruyordu ve yineliyordu ‘Neden’lerini… Çocuk o an dünyadaki her şeyin nedenlerini açıklayabilecek güçte hissetti kendini. Hatta bunun için can atardı. O kadar tatlı soruyordu ki… Her şey önemsizleşti, büyük bir şey yaptığını zannederken, yalnızca görevi olan bir şeyi yaptığını anladı. Çocuklar aslında kimsesiz değildi, onları kimsesiz bırakan toplumdu. İçinden şükretti bu keşfine. Herkesin aynı şekilde düşünmesini diledi.
Hep bu rüyada kalmak istedi fakat ne yazık ki maç bitti. Kazanmışlardı ama o çocuklarla daha fazla vakit geçirmek istiyordu. O çocuklar, daha çok maçlar kazansınlar istiyordu. İlk kez bayramı bu denli kutlu ve mutlu hissettiğini fark etti. Hepsiyle tek tek vedalaştı. Onlara ziyarete gideceğine dair hem kendisine hem de çocuklara söz verdi.
Rüya gibi bir gün geçirmişti. Şimdi o günü hatırladıkça yardımda bulunan herkesi gülümseyerek hatırlıyor ve bu günden bir tane daha yaşamak ve yaşatmak için çabalıyor. O, rüyasını paylaşmak istedi. Bu yazıyı okuyan herkesin aynı duyguları yaşayabileceğini anlatabilmek, herkesin bu rüyayı görmesini sağlayabilmek için...

25 Ağustos 2013 Pazar

Mustafa Sarı'dan Gençlere Mektup Var.

Genç Sosyal Girişimcilere,

Gençlik tek başına ateş gibi bir kavramken yanına sosyal girişimcilik gibi su kadar güçlü bir çözücü de gelince ortaya harika bir oluşum çıkmış. Sizlerle tanışmaktan, birlikte olmaktan çok memnun oldum. Kendi nehir sistemime sizinkilerin de katıldığını, nehirin daha da güçlendiğini hissederek evime döndüm. Kısacık sunumlarla tam yaptıklarınızı kavrayamasam da eminim harika yenilikler peşindesiniz. Birlikteliğimiz esnasında konuştuklarımızdan ve daha sonra kendi kendime yaptığım değerlendirmelerden ortaya çıkan birkaç konuyu sizlerle paylaşmanın yararlı olacağını düşündüm.

1. Sosyal girişimcilik bir yönüyle sorun çözme sanatı. Bu yüzden gelişmiş ülkelerden daha çok gelişmemiş ve gelişmekte olan ülkelerde ortaya çıkıyor. Ülkemiz gibi sosyal ve kalkınma sorunlarını yoğun olarak yaşayan yerlerde sosyal girişimcilik çok önemli bir araç aslında. Bu yönüyle kurumsal veya bireysel olarak yaşadığımız sıkıntılar, girişimlerimizi yürütürken karşılaştığımız sorunlar bizim sosyal girişimcilik ruhumuzu güçlendirecek diye düşünüyorum. Unutmayalım "Seni öldürmeyen darbe, güçlendirir".

2. Sosyal girişimcilikte en önemli konu süreklilik belki de. Bazen bir soruna yüz ayrı pencereden bakmak gerekebilir. Bu yönüyle tek başına girişimcilikten, aktivistlikten ve inovasyondan ayrılıyor bence. Diğerlerinde sürekli yeni bir konu bulup onun peşinden gitmek mümkündür. Sosyal girişimde ise, sosyal girişimci gördüğü sorunu çözmek için bazen yıllarını harcayabilir ve bazen hiçbir çözüme de ulaşamayabilir. Sosyal girişimci tutkuludur ve tutkusu köylü gencin sevgisine benzer "KARA SEVDA"! Köylü genç sevdalanınca "Ya alırım, ya ölürüm" diye düşünür. Sosyal girişimci, bir alana yöneldiğinde tutkuyla bağlanır ve sürekli yeni yollar arar sorunu çözmek için. Aynen nehirler gibi asla geriye akmaz, bir yolunu bulur ve ileri hamleyi hep başarır. Bu yüzden dışardan bakıldığında çoğu zaman anlaşılamaz ve "deli bu" der dışardan bakanlar. Girişimlerimizi çeşitlendirmek değil, esas sorunu bulup sürekli onun üzerine gitmek durumundayız bu yüzden. İşte o zaman süreklilik ortaya çıkıyor ve bu durum bizi ister istemez sürdürülebilirliğe taşıyor.

3. Sosyal girişimcilik gönül işidir, akıl değil. Akıl, bir işe 30 yıl bağlamayı uygun bulmaz. Ama tutkuyla işine bağlanan sosyal girişimci, kimsenin hayal edemediği sonuçlara gönül gözüyle ulaşır. Bu yüzden sosyal girişimlerin içinde modern kavramlar olan verimlilik, akıllılık, kârlılık, etkinlik ve benzerlerine ek olarak gönüllülük, empati, anlayış, kavrayış, saygı, erdem ve irfan da bulunur. Hatta ikinci grup kavramlar her zaman dominanttır. Bu yüzden sosyal girişimleri anlamaya çalışan anketlerde sürekli bütçe, çalışan sayınız, hayatını etkilediğiniz insan sayıları gibi verilerle konu kantitatif hale getirilmeye çalışılır. Oysa sosyal girişimler bu rakamlarla anlaşılamaz. Sosyal girişimi anlamak isterseniz ilişki içinde olduğunuz insanlarla konuşmalı, onların dünyasındaki yankılanmaları hissetmelisiniz. Kaçak balıkçılık yaparken yakaladığım ve jandarmaya teslim ettiğim bir köylü yıllar önce bana şöyle demişti: "Eskiden tüm kaçak balık işi benim abime aitti. Abim, kaçak balık avlarken daha ucuz olsun diye gider başka köylerden insanları getirirdi. Bize bir torba balık bile vermezdi. Şimdi sen bu işi yasakladın, benim abim iflas etti, ama biz tüm köylü olarak sana duacıyız. Çünkü abim "balık ağası" olmuştu, bizi ağalıktan kurtardın." Bu benim hedeflemediğim ve farkında olmadığım bir sosyal sorundu. Kaçak balık avcılığı ortadan kalkınca oluşan "balık ağalığı" yapısı da kendiliğinden yıkılmış oldu. Şimdi bu sonucu hangi rakamla açıklayabilirsiniz? Bu yüzden lütfen sayılara değil, gönüllere odaklanın derim haddim olmayarak.

4. Sosyal girişimciler, sorunlarla insanları her zaman ayırır. İnsanlar suç işleyebilir, bu onları suçlu yapar, ama insan olmaktan çıkarmaz, onları onursuz yapmaz. Ancak modern anlayışlar bazen bu ayrımı yapacak altyapıdan yoksun oluyor ve biz de aynı hatalara düşüyoruz. Eğer sizin sosyal girişiminiz sokaktaki çocukların elinden tutmayı hedefliyorsa görünürde hiç karşıtınız yoktur ve yaptığınız hep iyi algılanır. Oysa eğer bu çocuklar aynı zamanda suça itiliyorsa o zaman suça itenler sizin karşıtınızdır. Eğer suça itenleri görmeden bu çocukları kurtarmaya çalışırsak sonuç alma olasılığımız çok düşüktür. Çocukları suça zorlayan birisi ile oturup konuşulur mu? Eğer konuşmazsanız sorun çözülmez. Bu yüzden o insanları da bir nevi içine düştükleri bataklıktan kurtulamayanlar olarak görüp, suçları ile kişiliklerini ayırmak zorundayız.

5. Sosyal girişimci, şartlar ne olursa olsun politik düşünmez. Sosyal girişimler politika üstüdür ve sosyal girişimciler partiler üstüdür. Hepimizin inançları, ideolojileri, siyasi görüşleri vardır ve olmak zorundadır. Ancak sosyal girişimciler olarak biz tüm partilere eşit mesafede olmak zorundayız. Bizden destek isteyen tüm partilere, görüşlere, gruplara desteğimiz iyi niyetle ve toplum yararına kullanıldıkça destek olmalıyız. Eğer taraf olmaya başlarsak, yani siyasi görüşlerimiz girişimimizin önüne geçerse, bu durumda sosyal girişimci kimliğimizi de kaybederiz. Bir partiye girebiliriz, politika yapabiliriz, ama sosyal girişimci olarak değil. En fazla sosyal girişimci kökenli bir politikacı denilebilir bize. Bu yüzden ülkemizde son aylarda yükselen politik ayrışmaya çok dikkat etmeliyiz ve ayrışmaya taraf olmamalıyız. Dünya yıkılsa biz işimizle meşgul olmalıyız. Çünkü hangi sistem gelirse gelsin, hangi parti iktidar olursa olsun toplumsal ve sosyal sorunlar hep var olacağına göre onlara çözüm üreten insanlar lazım. İşte her şartta sorunlara çözüm için çalışan sosyal girişimciden başkası değildir.

6. Ülkemizde toplumsal ayrışmanın had safhaya çıktığı bu günlerde esas çözümün bizim ellerimizde olduğunu unutmamalıyız. Eğer sorun varsa, mutlaka çözümü de vardır. Bu toplumsal ayrışmanın, ülkemizde yeni sosyal girişimleri/girişimcileri ortaya çıkaracağını ümit ediyorum. Belki de bu derin ayrışmaya kalıcı ve katılımcı çözümü siz bulacaksınız. Belki de bu sorunun çok basit bir çözümü vardır. Bu çözümü bulan neden siz olmayasınız?

Tüm bu düşünceler benim kişisel görüşlerim olup, hiç bir kurumu veya kişiyi bağlamamaktadır. Beğendiklerinizi alıp, beğenmediklerinizi hiç okumamış gibi yapabilirsiniz.

Şimdi çözüm zamanı! Haydi çözüm bulmaya!

Selam ve sevgilerimle,

Mustafa SARI





24 Ağustos 2013 Cumartesi

Para Çikolata


Her can aynı ateşte pişmez ki! Bazı canlar erken pişer, olgunlaşır. Bazıları daha da erken pişer, bilgeleşir. İşte o canlardan biriyim. Ve küçük yaşımda, yaşamımın korlandığı bir bilgeyim. Bilgili insanların bolca olduğu, bilgelerin ise bir elin parmaklarını geçmediği dünyada, ben bir bilgeyim. Sizlere aktarmak istediğim “bilge”lik. Kulaklarınızı açın da dinleyin. Bilgiyi bulmak kolay, bilgeyi bulmak zor.


Ben bir yuva çocuğuydum. Sessiz, uysal, insanlardan kaçan. Yuvalı olmamı bile anlayamayacak kadar küçükken oldum “Yuva Çocuğu.” Annemin beni bıraktığı bir gün, henüz daha küçücükken anlamaya çalıştığım anlar. Düşünsenize, o kadar sevdiğiniz annenizin ellerinizin arasından uçup gittiğini. Hayattaki tek dayanağınızdan bir gün ayrıldığınızı. Nedenini asla sorgulayamadığınızı. Anlamsızlığın ortasında, henüz altı yaşındayken dünyayı anlamlandırmaya çalıştığınızı. Suçlu mu annem, bilemem. Ama gerçeklik ortada. Henüz iki yaşında, kocaman açılmış gözleri ile, yepyeni bir hayatın başlangıcında bir çocuk orada durmakta.


Anlayamamıştım ilkin ne olduğunu. Hatırlıyorum şimdi. Ağlamaktan gözlerim şişmişti. Bir anda bir çocuk güruhunun içindeydim. İçinde bulunduğu ortamın kaşarı olmuş onlarca çocuk. Sizin üzerinizde yerli yersiz baskı kuran onlarca çocuk. Duygularınızın karmakarışık olmasından mı nedir, bu boğucu baskıya alışıyorsunuz hızlıca. Birileri geliyor ve birileri gidiyor. Bazen de ket vuruyorsunuz kendinize. Kapatıyorsunuz kendinizi, dünyaya, insanlığa. Bir bakıcıya düşen onlarca çocukla, var olmak istiyorsunuz. İlkel değilim, garip değilim, sizden biriyim diyorsunuz etrafınızdaki mahalle çocuklarına. Ama olmuyor. Aramızda bir şeyler var. Konuşamıyorum, ama hissediyorum. Evet derinde bir şeyler var diyorsunuz. O mahalleli çocuk, sense yuva çocuğu. Şairin dediği gibi: “Sen Ciğercinin Kedisi, Ben Sokak Kedisi.”


Yuvada iken, galiba en zor şey kendinizi değerli hissetmek idi. Sonradan öğrendim. Yuva çocuklarında terk edilmişlik sendromu olurmuş. Kendisini değersiz hissedermiş bu çocuklar. Hele bir de gelen giden ziyaretçiler sadece vicdan ağartmaya gelip, sorunu tam anlamıyla ele almak istemeyince, ne çocukların kalplerine dokunurmuş ne de hayatlarına. Ama elbet bazı ziyaretçiler farklıymış. Aynı annem gibi. Beni yüreğinden doğuran annem gibi. Günlerden bir gün ziyaretime gelen sonradan da bana koruyucu aile olan annem gibi. Küçük küçük, ama bu çocukların hayatına dokunan o kadar ayrıntı var ki. İşte onlardan biri.


Ben annemden beni ziyarete geldiği bir gün çikolata istemiştim. Annem bana kocaman kocaman çikolatalar alıp gelmişti. Bense ısrarla hayır bunlardan değil, para çikolata istiyorum demiştim. Bunun üzerine annem, Çanakkale’nin bütün marketlerini dolaşıp, bana para çikolata denilen o sarı jelatinli çikolatalardan arayıp, uzun zaman sonra bularak yanıma gelmişti. O zaman işte hayatımda ilk defa, “Ben birisi için değerliyim.” demiştim. İşte o zaman anlamıştım. Ben ve annem terk edilmişlik sendromunun belini bükmüştük.


O zamanlar, yuvada kalırken, yatağıma uzandığım her gece, perdeden sızan ışığa bakar ve hayaller kurardım. En büyük hayalim ise, bir gün bu ışığın beni yuvadan alıp başka bir hayata ışınlayacağıydı. O günler artık yaklaşmakta gibiydi. Onun için çok değerli olduğuna inandığım annemle, o ışık benim için doğdu. Önce gönüllü ailem olan annem, sonrasında ise, aramızdaki sevginin daha da büyük olduğunu görerek koruyucu aile olmaya karar vermişti. Bana fikrimi sorduklarında ise, kocamanca bağırmıştım: “Evet, gitmek istiyorum.”


Gittim de. Arkamda örselenmiş bir çocuklukla ve acı hatıralarla dolu bir geçmişle. Bir melek değildim giderken. Annem, onca kaçmama rağmen, adını bile doğru dürüst söyleyemeyen bana tonla emek harcadı. O annem ki, günlerce benim için uğraşıp, onlarca kez psikologlara taşıdı. Ben onu çok üzdüm. Bolca da yaramazlık ve kapris yaptım. Ama onun öyle kocaman yüreği vardı ki, tüm bunlara sabırla dayandı. Bu sabır, zamanla bende de işe yaradı. Ne de olsa, onarılamayacak çocuk yoktu. Zaman içinde de, annem ve babamın hayatlarının odak noktası oldum. Bana hep doğruları anlattılar. Her zaman karşılıksız emek verdiler. Ben sokağa çıkmaya korkarken beni cesaretlendirdiler. Sen yaparsın, sana inanıyoruz, sana güveniyoruz, dediler. Böyle böyle düzeldi her şey.


Sosyal yanlarımın gelişmesi için de çok çaba harcadılar. Önce hayatla daha iyi mücadele edebileyim diye beni yelken sporuyla tanıştırdılar. İlk günler çok zorlansam da, çok severek yaptım bu sporu. Şimdi ise, beş yıldır lisanslı yelken sporcusuyum ve yarışmalara katılıyorum. Ayrıca, ben de ailemden öğrendiğim şekilde sosyal etkinliklerde yer almayı seviyorum. İyilik ağacı isimli bir projede emek veriyorum. Benden sonra yuvada kalan kardeşlerimin hayatına dokunup onları da mutlu ve başarılı çocuk kervanına katmak için uğraşıyorum. Huzurevindeki yaşlıların el emeği, göz nuru ürettiklerini satarak onların kişisel ihtiyaçlarını karşılamalarına destek oluyorum.


Ben kim miyim? Hayatın bana bir kutu çikolata sunduğu ve içinden en sevdiğim altın kaplama jelatinli para çikolataların çıktığı kocaman bir mutluluğum ben. Hiç bitmeyen bir ışıltıyla, o jelatinlerin yaşamıma altın sarısı ışıklar saçtığı, rehberim, izleğim, hayat ışığım kocaman bir ailenin yüreğinden doğurduğu bir çocuğum ben. Ben bir bilgeyim. Koruyucu aile modelinin başarılı olduğunun kanıtı bir bilge. Genç yaşına, varlığı, yokluğu, terkedilmeyi, sevilmeyi, mücadeleyi, sabrı sığdıran, bu korlarda yanan bir can, bir bilge. Şimdi daha fazla çocuğun mutluluğa yelken açabilmesini düşleyen bir bilge. Ve bu bilgeliğin daha da artması için tek bir şeye ihtiyacımız var: “Para Çikolatayla Yoğurulmuş Sevgi”


Var mısınız?

www.mutlulugayelkenacalim.com
İrem Başak Bilgin

Yakınımızdaki Uzak Dünyalar: Devlet Korumasındaki Çocuklar


  1. Mevcut Durum
Sağlıklı nesillerin yetişmesi için çocukların sağlıklı ailelerde yetişmesi temel kabul olarak ele alınır. Ya ailesi olmayan, düşkün bir aileye sahip olan, ailesi maddi yoksunluk içinde olan, ailesi tarafından ihmal edilen, sokakta çalıştırılan, töreden kaçırılan çocuklar olursa bu çocukların sağlıklı ortamlarda yetişebilmesi nasıl sağlanacaktır? Çözüm elbette toprakları üzerinde yaşayan her canlının refahından sorumlu olan devletin öncülüğü ve yol göstericiliğinde, halkın da aktif ve empati gösteren bir yaklaşımla bu çocukları sahiplenmesiyle sağlanabilecektir.
Hâlihazırda ülkemizde çocuk evi, çocuk yuvası, yetiştirme yurdu, sevgi evi gibi farklı bakım modellerinde 11.825 çocuk ve genç barındırılmaktadır. Koruyucu aile hizmet modelinde ise, 2.322 aile 2.759 çocuk ve gencin bakımını üstlenmiş durumdadır. Evlat edinme hizmet modelinden yararlanan çocuk sayısı ise, istatistiklerin yayınlanmaya başladığı tarihten bu yana 12.472’ye ulaşmıştır. (ÇHGM, Temmuz 2013 İstatistikleri)
Ülkemizde korunma gereksinimi olan çocuklar üzerine kapsamlı bir mevzuat geliştirilmiştir. Farklı bakım modelleri ile çocukların refahı artırılmaya çalışılmaktadır. Sivil toplum kuruluşlarının da aktif katkısı hızla artmaktadır. Toplumda da çocukların sorunlarına ilişkin farkındalık yükselmektedir. Devlet korumasında yetişenler de artık seslerini daha fazla yükseltebilmektedir. Bununla birlikte, tüm yapılanların yanı sıra yapılması gerekenler de vardır.
Bu çalışma, devlet korumasında yetişen bir grup idealist genç tarafından kurulan Hayat Sende Gençlik Akademisi Derneği tarafından hazırlanmış olup, devlet korumasında kalan çocuk ve gençler ile ayrılan gençlerin sorunları ve olası çözüm önerilerini ele almaktadır. Ülkemizde uzun yıllardır korunma gereksinimi olan çocuk ve gençlere ilişkin kanıta dayalı bilimsel çalışmaların yetersizliği ve alana ilişkin farkındalığın zayıf olmasından dolayı, çalışma önemli ölçüde Hayat Sende Derneği üyelerinin kendi yuva ve yurt deneyimleri ile yaptıkları saha çalışmalarına ilişkin gözlemlerden oluşmaktadır. Bunun yanı sıra, sosyal ağlar üzerinden örgütlenen devlet korumasındaki kişilerin de sorun ve beklentileri olabildiğince dahil edilmiştir.
Çalışma, devlet korumasında kalan çocuk ve gençlerin yaş grupları temelinde ayrımlandığı dönemlerin sorunlarının ele alınması ile başlayacak ve daha sonra tematik sorunların ele alınması ile sürdürülecektir.

  1. Yaş Grubuna Dayalı Sorun Alanları ve Çözüm Önerileri
2.1. 0-6 Yaş Arası Sorunlar ve Çözüm Önerileri

Devlet korumasında kalan bebek ve çocuklara ilişkin ülkemizdeki en önemli eksikliklerden birisi, bebek terklerine ilişkin önleyici mekanizmaların ülkemizde tesis ettirilememiş olmasıdır. Gelişmiş ülkelerde bebek terklerinin yoğun olduğu bölgelere küvözler konulmakta, loğusa annelere psikososyal destek mekanizmaları artırılmakta, bebek terklerine ilişkin istatistikler yayınlanmakta ve bu sayede bebeklerin terki önlenmeye veya terk edilse bile sağlıklı ve hijyenik ortamlara terki mümkün kılınmaya çalışılmaktadır. Ülkemizde de bu konulara ilişkin kapasite geliştirmeye ihtiyaç bulunmaktadır.
0-6 yaş arası beyin gelişiminin büyük bölümünün şekillendiği bir dönemdir. Bu dönemde ailede yetişen çocukların ailelerin cesaretlendirmesiyle beyin gelişimleri, psikomotor becerileri hızla gelişmektedir. Ayrıca, çocukların anne babalarıyla kurdukları bağlanma örüntüleri de çocuğun dünyayı tanıması ve anlamlandırması için gerekli olmaktadır. Kurumlarda ise, 0-3 yaş arası çocukların bir günde 18 saate kadar karyolaların arkasında kaldıkları, erişkinlerle ve birebir bakımverenlerle yeterli derecede temas ve iletişim kuramadıkları için dil becerileri, psikososyal becerileri gelişememektedir. Bu yönüyle, 0-6 yaş arası hiçbir çocuğun kurumlarda bakılmaması gerekmektedir. Özellikle bu yaş grubunda aile yanında bakımın yaygınlaştırılması sağlıklı nesiller yetiştirilmesi için zorunluluk olarak karşımıza çıkmaktadır.

2.2. 7-12 Yaş Arası Sorunlar ve Çözüm Önerileri

Bu yaş grubu çocuğun okul aracılığıyla önemli bir sosyalleşme aşamasına geçtiği aralıktır. Yuvalarda kalan çocuklar için bu yaş grubunun en sıkıntılı yanı, bireyselliklerinin yok edildiği, aynı kıyafetlerin giydirildiği, saçların aynı şekilde kesildiği, gruplar halinde okula gidilme gibi ortak yaşama zorlanması gelmektedir.
Örnek olarak, yuvadaki çocuklar arasında saçların üçe vurulması bir travmadır. Bir geribildirimde bir gencimiz, dershanede yuvadan bir kıza öğretmen, “Yavrum sen kız mısın erkek misin, kusura bakma vallahi anlayamadım.” dediğinde o kızın hıçkırarak ağladığını anımsadığını belirtmiştir.
Yine eski uygulamalardan birinde çocuğa elli kuruş verip simidini kendi almasını sağlamak yerine yuva idaresi toplu şekilde parayı okula ödediği ve yuvadan da bir çocuğun simit görevlinin 20 simidi koluna takıp sınıf sınıf gezdiğini ifade etmiştir. Çocuklara aynı tarz kıyafetlerin giydirilmesinin de en çok şikayet edilen konuların başında geldiği görülmektedir. Özellikle küçük nüfuslu illerde sokakta yürüyen bir çocuğun yuvalı olduğu kolayca kıyafetinden anlaşılabilmektedir.
Toplumun bu yaş grubundaki çocuklara bakış açısında da önemli sıkıntılar olduğu görülmektedir. Bu yaş grubundaki çocuklara hayır-hasenat yaklaşımıyla yardımda bulunulmak istendiği, fakat okulda yuvadan gelen çocuklarla kendi çocuklarının aynı sırada oturtulmasına tepki gösterdikleri gibi durumlara rastlanmaktadır. Bir geribildirimde öğretmenin 6 yuvalı çocuğun olduğu bir sınıfta “Kitaplarınızı unutmayın. Yuvalılar siz de!” demesinin yuvada kalan çocukları ağır derecede incittiği belirtilmiştir.
Kısacası,  çocukların bu yaş grubunda bireyselliklerinin çok az olduğu, toplum ve okuldaki öğretmenler ve hizmetli personel tarafından kolayca damgalanabildikleri, etiketleme yüzünden yuvada kalan çocukların bilinçlerinin önemli ölçüde yaralandığı  görülmekte ve buna neden olan etiketlemeyle ve sosyal dışlanma ile mücadele için kolektif bilinçte dönüşüm gerekmektedir. Bunun da yolunun bu çocuklara ilişkin imaj yönetimi  çalışmaları yapılması, çocukların medyada sinirli ve tehlikeli gösterme eğiliminin ve çocukların kategorize edilmesinin önlenmesi, öğretmenlere bu çocuklara nasıl davranacaklarına ilişkin bilgiler ve hizmetiçi eğitimler verilmesi ve koruyucu aileliğin, yuvanın, yurdun, evlat edinmenin pedagojik formasyon müfredatına konulmasının sağlanmasıyla gerçekleşeceği düşünülmektedir.

2.3. 13-18 Yaş Arası Sorunlar ve Çözüm Önerileri

Bu yaş grubunda çocukların ve gençlerin daha fazla bireyselliklerini vurgulayabildikleri görülmektedir. Aynı tip kıyafet uygulamaları, aynı şekilde saç kesme vb. yöntemler uygulanmamaktadır. Bununla birlikte, özellikle akran şiddetinin bu yaş grubunda yoğun olduğu görülmektedir.
Diğer bir sorun olarak da, yeterli psiko-sosyal ve rehberlik desteklerinin en çok bu yaş grubunda ihtiyaç duyulmasına rağmen bulunmamasıdır. Çocukların ve gençlerin hayatlarının dönüm noktalarını oluşturacak sınavlara girdikleri veya hangi okullara gitmelerine karar verecekleri bu dönemde, oldu-bittilerle çocuk ve gençlerin arzuları hilafına kurum yöneticilerinin uygun gördüğü okullara gönderilebilmektedir.
Diğer bir nokta da, ülkemizde koruma-bakım ve rehabilitasyon merkezinin hem nicel hem de nitel olarak yetersizliğidir. Birçok durumda Çocuk Koruma Kanunu ile Korunmaya Muhtaç Çocuklar Kanunu çerçevesinde devlet korumasına alınan çocukların aynı kurumlarda birlikte kaldıkları görülmektedir. Bu durumda ise, rehabilite ihtiyacı olan çocuk ve gençler, diğer gençleri olumsuz etkileyebilmektedir.
Bu yaş grubunda diğer önemli bir sorun da, çocukların 3413 sayılı Korunmaya Muhtaç Çocukların İşe Yerleştirilmesi Hakkında Tüzük kapsamında işe yerleştirileceğini bilmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durumda çocuklar, potansiyellerini gerçekleştirememekte, hazır iş var yaklaşımıyla eğitimlerine gereken önemi vermemektedir. Kurumdaki yöneticiler de, çocuğa ilişkin okulda tesis edilmesi gereken disiplin mekanizmalarının çalıştırılmamasını ve okul yöneticileri nezdinde yapılan her türlü davranışın sümenaltı edilmesini çocukların memuriyete atanamayacakları gibi kaygılarla savunmakta, bu durumda da çocuğun devleti baba gibi gören ve her zaman yanında olacağını düşünen, yurtlu olmayı imtiyaz olarak algıladığı, hatta bazen istismar ettiği ve yurtlu kolaycılığının sahiplenildiği bir yaklaşıma geçilmektedir. Bunun yerine çocukların akranlarıyla yeterli sosyalizasyonun sağlandığı ve eşdeğer şekilde rekabete hazırlandığı, potansiyellerini gerçekleştirebileceği ortamların savunulması gerekmektedir.

2.4. Üniversite Öğreniminde Korunma Gereksinimi Olan Gençlere İlişkin Sorunlar ve Çözüm Önerileri

Devlet korumasında yetişen gençlerin  yarıya yakını üniversite öğrenimine devam etmektedir. Üniversite öğrenimi süresince ise korunma kararı uzatılmaktadır. Gençlerin yüzde 10’u dört yıllık, yüzde 40’ı iki yıllık mezunu olarak kurumdan ayrılmaktadır. Devlet korumasında kalan gençlerin eğitim ortalaması ortalama 13 yıl iken, ülkemizde bu ortalama 6,5 yıldır.
Devlet korumasında kalan gençlerin üniversiteye gitmesi durumunda ülke çapında yeknesak uygulamalar bulunmamaktadır. Örneğin bir geribildirimde Afyon Kocatepe Üniversitesinde evde kalmak isteyen bir üniversite öğrencisi, Kredi Yurdunda kalmadığı için kurumdan çıkarılmak zorunda kaldığını belirtmiştir. Aynı dönemde ise, Isparta’da üniversite öğrenimine devam eden bir öğrenci evde kalabilmiştir.
Devlet korumasında üniversite öğrenimine devam eden öğrencilere çok fazla miktarda karşılıksız burs çıkmaktadır. Verilen bursların karşılıksız olması gençleri kolaycılığa alıştırmaktadır. Bunun yerine, karşılıklı ve gönüllülük temelli bursların yaygınlaştırılmasının uygun olacağı düşünülmektedir.
Akademik enflasyonun yaşandığı günümüzde 25 yaşından sonra korunma kararı yüksek lisans veya doktora eğitimine devam etmek isteyen gençlere kapanmaktadır. Bu durum bu gençlerin akranlarıyla rekabet kapasitesini düşürmektedir. Alınan bir geribildirimde 24 yaşında yüksek lisansa devam etmek isteyen bir gence bunun mümkün olamayacağı ifade edilerek, kaydı silinmiştir. 25 yaş düzenlemesinin yüksek lisans için 27, doktora için 30 yaşa kaydırılmasının yerinde olacağı değerlendirilmektedir.

  1. Tematik Sorun Alanları ve Çözüm Önerileri
3.1. Etiketleme ve Sosyal Dışlama

Kurumlardaki çocuklar temelde maddi yoksun olmaktan öte sosyal yoksundur. Çocukların ve gençlerin yeterli sosyalleşme olanağı yoktur. Çocuk ve gençler ayrıca sokak çocukları veya taş atan çocuklar gibi kategorize edilmektedir. Medyada çocuklar tehlikeli gösterilmektedir. Batı toplumlarında Sindrella, Süperman, Süper Baba gibi hikaye ve filmlerle kolektif bilinçte çocuklara ilişkin iyi algılar oluşturulmakta iken, ülkemizde ise çocuklar Maskeli Beşler filminde hırsızlık çetesi kurmakta, Kabadayı filminde yuvada yaşadığı tacizden dolayı toplumdan öcünü almaktadır. Gazetelerde de bu duruma sıkça rastlanmaktadır. Örneğin Erman Toroğlu bir yazısında kötü giden milli takım için, “Burası Yetiştirme Yurdu değil, çocuk yuvası hiç değil.” demektir.
Tüm bu örnekler göstermektedir ki, ülkemizde devlet korumasındaki çocuklar kapsamlı bir etiketlemeden muzdariptir. Kimisi bilerek kimisi de bilmeyerek bu çocukları etiketlemektedir. Halbuki, yapılan yaygın etiketleme bu çocuk ve gençlerin özgüvenlerini kırmakta, çocukların kendilerini toplumsal hiyerarşinin en altına koymalarına neden olmaktadır. Etiketleme yuvada kalan çocukların bilinçlerinin önemli ölçüde yaralanmasıyla sonuçlanmaktadır. Etiketlemeyle kapsamlı bir şekilde mücadele edilmesi gerekmektedir. Demir parmaklıklar ardında bu çocukların oynayacağı parklar yerine, bu çocukları diğer çocukların oynadığı parklara taşımak, bu çocukların korolarını şehir tiyatrosu gibi sağda solda dolandırmak yerine bu çocukları şehrin diğer çocuklarının bulunduğu korolara vermek gibi uygulamalarla etiketlemelerin önüne geçilebilir. Tüm bunlar yüzünden çocuk toplumda dışlanmakta ve toplumla arasında bir sosyal duvar oluşmaktadır. Bu sosyal duvarın yok edilmesi, sosyal duvarın yükselttiği olumsuz yuva ve yurt kelimelerinin içini boşaltılması ve olumlu anlamlarla yeniden doldurulması gerekmektedir. Kısacası, yuva ve yurda ilişkin kolektif bilinci dönüştürmek gerekmektedir. Bunun da yolunun kurumların adını değiştirerek olmayacağı, olumlu örneklerin daha fazla önplana çıkarılarak olacağı muhakkaktır.

3.2. Kurum Bakımından Topluma Geçişte Çocuklar

Kurum bünyesinde kalan çocuklara yönelik çalışmalar çok kapsamlı olmasına rağmen yurttan ayrılan gençler ihmal edilmektedir. Bu çocuklar hâlihazır düzenlemelerle hiçbir dayanakları olmadan yurttan çıkmaktadır.  Doğu Avrupa’daki istatistiklere göre yurttan ayrıldıktan sonra bu kızların yüzde 14’i fuhuşa sürüklenmekte, yüzde 20’si suça sürüklenmekte, yüzde 10’u canına kıymaktadır. Moldova’da ise, kurumlardan ayrılan gençler insan kaçakçılığına akranlarından 10 kat daha fazla maruz kalmaktadır. (Georgette Mulheir, Tragedy of Orphanages - Ted Talks) Ülkemizde ise bu konuya ilişkin kaliteli veri bulunmamaktadır.
Bakanlık iş tanımında açıkça belirtilmesine rağmen çocuklar izlenmemektedir. Halbuki işten atılmalar çok yaygın bir şekilde gözlenmektedir.  Kurumda her sorunun cevabı İşe Yerleştirme Yasası ile verilmektedir. Bu cevap ise yetersizdir. Çalışmalarımızda sıkça rastladığımız üzere, kurumdan ayrıldıktan sonra psikolojik baskılar, cinsel taciz haberleri bulunmaktadır. Dahası, bunları gündeme getirmeye kalktığımızda hem bakanlıkta hem de vatandaşta işe yerleştirme yasası bu çocuklara verilmiş ve abartılı bir imtiyaz olarak görülmektedir. Halbuki bu yasaya, burada kalan çocukların potansiyellerini gerçekleştirmelerinin önünde bir engel olarak bakılması gerekmektedir. Bunun da en önemli nedeni, kurumların çocukları hep alt pozisyonlarda istihdam etmek istemeleridir. Burada mutlaka bir farklılaştırma yapılmasına ihtiyaç vardır. Çocukların eğitim burslarıyla çok dilli / çok kültürlü ülkelere gitmesin teşvik edilmesi gibi uygulamaların yaygınlaştırılmasının çocuklara önemli bir vizyon sağlayacağına inanılmaktadır. Özel üniversitelerde bu çocuklara kontenjanlar açılabilir. Bu noktada motivasyonel unsurların çok iyi kurulmasına ihtiyaç vardır. Bu gençlere girişimcilik hibeleri gibi hibeler verilip, KOSGEB kredilerinden daha düşük faizle yararlandırılmalarının sağlanmasının uygun olacağı düşünülmektedir. 
Son dönemde Bakanlık tarafından Bakım Sonrası Hizmetler Dairesi kurulacağı ifade edilmektedir. Ayrıca, yurttan ayrıldıktan sonra SGK primlerinin özel sektörde istihdam edilmesi durumunda 3 yıl devlet tarafından üstlenileceği ifade edilmiştir. Bunlar önemli gelişmeler olmakla birlikte yetersizdir. Özellikle yurttan ayrılan gençlerin hayata adaptasyonunda arayüzlere ihtiyaç bulunmaktadır. Daha önce devlet eliyle denenen Gençlik Evleri gibi modeller başarısız olmuştur. Bu noktada, kar amacı güden sosyal girişimlere ihtiyaç bulunmaktadır. Örneğin illerde Yurt Cafe, Yurt Pastanesi gibi mekanlar açılıp, burada yurttan ayrılan gençler sosyal ve mali hakları sağlanarak çalışabilir. Ayrıca, buralarda pastacılık gibi profesyonel aşçılar nezaretinde kurumda kalan çocuk ve gençlere yönelik hobi kursları düzenlenebilir. Ayrıca, Nar Taneleri Projesindeki gibi, yurttan ayrılan gençlere mentörlük desteği verecek başarılı insanlara ve projelere ihtiyaç bulunmaktadır.
Kurumdan ayrılan gençlerin evlenme gibi durumlarda da sorunlar yaşadığı, ailelerin yurtta yetişen gençleri kendi çocuklarına eş istemedikleri yaygın alınan geribildirimlerdir. Ayrıca, düğünlerde ve özel günlerde gençler çok yalnız kalmaktadır. Katılım sağlanan bir düğün organizasyonun yurttan olan gencin sadece dört yakınının bulunması, diğer tarafın ise 150 yakınının olmasının evlilikten yıllar sonra bile konuşulduğu belirtilmiştir. Bu noktada, mülki amirlerin daha fazla devreye girmesi ve destek olmasının uygun olacağı değerlendirilmektedir. 

3.3. Kardeşlerden ve Ailelerden Keyfi Ayrılma

Kurumlarda kalan çocukların çok büyük bir kısmı yaygın bilinenin aksine kimsesiz değildir. Bazı çocuklar töreden kaçırılma,  ailelerin çalışmaya zorlayarak istismar etmesi gibi nedenlerle biyolojik aileleriyle görüştürülmemektedir.  Çocukların çoğunun ise aileleriyle görüştürülmelerinde sakınca bulunmamaktadır. Bununla birlikte, çocukların ailelerinin büyük çoğunlukla kapitalist dönüşüme uyum sağlayamamış, sosyal devletin gelişmediği alanlardan geldiği, bilet parasını alamayacak kadar yoksul olduğu gibi durumlar çocukların aileleriyle görüşmelerini engellemekte ve aile bağları zaman içinde kopmaktadır. Ayrıca, çocukların köy kültüründen kent kültürüne geçişi, zaman içinde aileye yabancılaşmayı da beraberinde getirmektedir. Ülkemizde her ne kadar aile yanında destek hizmetleri yaygın olsa da, bu alanda özellikle ailelerin ekonomik yönden güçlendirilerek çocuklarıyla irtibatlarının sağlanmasına ihtiyaç bulunmaktadır.
Kurumlarda kalan kardeşlerin de cinsiyete ve yaşa göre keyfi bir şekilde ayrılmasının engellenmesi gereklidir. Alınan bir geribildirimde bir kız ve bir erkek kardeşin 10 yıl görüşemediği belirtilmiştir. Bazı durumlarda kardeşler kurumda kaldıkları süre boyunca görüşememektedir. Evlat edinme veya koruyucu aileye giden kardeşler arasında da bağların isteyerek veya istemeyerek koparılması durumu da çok yaygındır.

3.4. Koruyucu Aile Hizmet Modeli

60 yıllık akademik çalışmalar kurum bakımının çocuk istismar ve ihmalinin tepe noktası olduğunu göstermektedir. Bu doğrultuda, uluslararası sözleşmelerde çocuk refahının aile yanında sağlanabileceği net bir şekilde kabul görmüştür. Taraf olduğumuz Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları Sözleşmesi de “Her Çocuğun Sevgi Dolu Bir Ailede Yaşaması” gerektiğini belirtmektedir. Bu anlaşma doğrultusunda, ülkemizde koruyucu aile modeli uzun yıllardır yaygınlaştırılmaya çalışılmaktadır. BU model son olarak 14 Aralık 2012 tarihinde Resmi Gazetede yayınlanan Koruyucu Aile Yönetmeliğiyle kapsamlı bir revizyona tabi tutulmuş ve birçok alanda yenilikleri ve çağı yakalayan bir mevzuat ortaya çıkarılmıştır.
Koruyucu aile modeli, aile yanında yetişemeyen çocuklar için dünya çapında yaygın bir şekilde kullanılmaktadır. Gelişmiş ülkelerde devlet korumasındaki çocukların yüzde 85’i koruyucu ailededir. Ülkemizde ise bu oran 2013 yılında yürütülen Gönül Elçileri projesine rağmen yalnızca yüzde 20’ler civarındadır. Hayat Sende olarak tam destek verdiğimiz koruyucu aile hizmet modeli tanıtılırken bazı hususların yeniden gözden geçirilmesinde yarar bulunduğu gözlenmiştir.
 Öncelikle koruyucu aile hizmet modelinden yararlanmak için giden çocuk “Bir melek geliyor.” edasıyla gönderilmektedir. Çocuğun geçmişi hakkında koruyucu aileye yeterince bilgi verilmemekte, hastalıkları ve sorunlarının üstü örtülmektedir. Bu durumda aileler de oldukça zorlanmakta ve yeterli destek alamamaktadır.
Koruyucu aileler arasındaki bilgi ve tecrübe aktarımına ilişkin mekanizmalar da yetersizdir. Bir geribildirimde koruyucu aile, yuvadan gelen çocuğu ilk gün yıkadığınızda çocuğa geçmişinin kirli olduğu hissini verdiğini, bunun için çocuğun ilk gün yıkanmaması gerektiğini, eşyalarını da atmamak gerektiğini belirtmiştir. Bu gibi küçük ayrıntıların diğer koruyucu ailelere aktarılması ve sorunların üstesinden gelebilmek için Koruyucu Aile Akademisi Vakfının, Öğretmen Akademisi Vakfı modelinde kurulmasının uygun olacağı değerlendirilmektedir.
Koruyucu aile ile evlat edinme hizmet modelinin farklı hizmet modelleri olduğu Bakanlıkça yeterince işlenmemekte, aksine birbirinin yerine ikame edilmeye çalışılmaktadır. Evlat edinmek isteyen ailelere verilen bir yemekte, Sayın Bakan Fatma ŞAHİN tarafından evlat edinme yerine koruyucu aile olunabileceği belirtilmiştir. Bu iki modelin çok ayrı modeller olduğu açıkça vurgulanmalıdır.
Koruyucu aileliğin tanıtılmasına ilişkin Hayat Sende olarak Bir Küçük, Bir Gülücük: Koruyucu Aile Tanıtım Elçileri projesi yazılmış ve ilk olarak Denizli Koruyucu Aile Derneği ve Pamukkale Üniversitesi işbirliğinde Denizli’de uygulanmıştır. Modelin diğer illerde de yaygınlaştırılmasının koruyucu aileliğe ilişkin farkındalık düzeyinin artırılmasına önemli ölçüde katkı sağlayacağı değerlendirilmektedir.
Öte yandan, koruyucu aile hizmet modeline ilişkin denetim kapasitesinin hızla artırılması, yerel yönetimlere koruyucu aile denetiminde daha fazla yetki verilmesi, modelin yerleşik olduğu ülkelere düzenli çalışma ziyaretleri yaparak kapasite geliştirmenin gerekli olduğu değerlendirilmektedir.

3.5. Temel Yaşam Becerilerinin Kazandırılamaması

Kurumlarda kalan çocukların önemli eksikliklerinden biri de temel yaşam becerilerinin kazandırılmamış olmasıdır. Geribildirimlerde 18 yaşında kadar sinemaya ve markete gitmeden, hiç ekmek almadan, hiç yemek pişirmeden, hiç düğüne gitmeden, doğru dürüst hiç bütçe yapmadan yurttan ayrılındığı belirtilmekte ve yaşayarak öğrenme deneyiminin neredeyse hiç olmadığı ifade edilmektedir. 
Temel yaşam becerileri kazanılamadığında, çocuk kurumdan ayrıldığında ne bütçe yönetebilmekte ne de ev hayatına alışabilmektedir. Bu konuda son on yılda çocuk evi modeline geçişle birlikte önemli mesafeler alınmasına rağmen hala gidilmesi gereken epeyce bir yol olduğu görülmektedir.

3.6. Bağlanma Bozuklukları

Kurumlarda kalan çocukların birebir bakımverenle ilişki kuramaması, bakımverenlerin ve ziyaretçilerin sürekli değişmesi çocukların güvenli bağlanma ilişkileri geliştirmelerini engellemekte ve bağlanma bozuklukları ortaya çıkmaktadır. Özellikle bebeklik döneminde güvenli bağlanma ilişkileri geliştiremeyen bireylerin zaman içinde herkese çok çabuk bağlanma veya kimseye bağlanamama gibi sorunlara neden olduğu anlaşılmaktadır. Bu durumun evlenme gibi duygusal ilişkiler başta olmak üzere kişinin hayatının hemen her evresine etkide bulunduğu düşünülmektedir.

3.7. Personelin Hizmetiçi Eğitiminin Yetersizliği

Kurumdaki personelin idareci, uzman, öğretmen, psikolog, sosyolog, bakımveren dahil mesleki tükenmişlik duygularının çok yaygın olduğu, kimi personelin hemen hiç hizmet içi eğitim almadığı geribildirimleri bulunmaktadır. Bu durumun üstesinden gelebilmek için sivil toplum kuruluşu modelinde Öğretmen Akademisi Vakfı örnek alınarak Sosyal Hizmetler Akademisi Vakfı adında teşkilatlandırılmasının ve kurum personeline hayat boyu öğrenme çerçevesinde eğitimler verilmesinin, tecrübe aktarımının teşvik edilmesinin önemli olduğu değerlendirilmektedir.

  1. Sonuç
Ülkemizde korunma gereksinimi olan çocuk ve gençlerin refahında son yıllarda hızla artışlar olmakla beraber bazı sıkıntılar da süregelmektedir. Hayat Sende Gençlik Akademisi Derneği, devlet korumasında yetişen bir grup idealist genç tarafından kurularak, devlet korumasında kalan çocuk ve gençlerin yaşam kalitesini artırmak için çalışmalar yapmaktadır. Bu çalışma, Hayat Sende üyelerinin hem kendi tecrübeleri hem de yaptıkları saha ziyaretleri ve hedef kitleyle birlikte yapılan etkinlikler aracılığıyla edinmiş olduğu deneyimle, devlet korumasında kalan çocuk ve gençlerin sorunlarını ele almaktadır.
Çalışmada sorunlar ve çözüm önerileri iki temelde ele alınmıştır. İlk olarak, sorunlar yaş grubuna göre tasnif edilmiş; ikinci aşamada ise, tematik sorunlar ele alınmıştır. Sorunlar seçilirken en öncelikli olanlar belirlenmiş ve çözüm önerileriyle birlikte ele alınmıştır.
Tüm sorunların aslında, toplumun bu çocuklara acıma, korku ve merak karışımı bakış açısını değiştirmekle ve toplumla bu çocukların arasındaki sosyal duvarı yıkmakla aşılacağına olan inancımızla, çalışmamızın Türkiye’nin en büyük ailesine faydalar getirmesini diler, yüreği daha iyi bir toplum için atan herkese en derin saygılarımızı sunarız.