16 Ekim 2013 Çarşamba

SOSYAL DUVARLARI YIKALIM

Devlet korumasında yetişen çocuklar, bayramlarda vicdan ağartılmaya gidildi mi, hatırlanır bu ülkede. Bir de, tıpkı geçen hafta olduğu gibi, kurumdaki şiddet olayları patlak verip, tüm kameralar o yöne döndüğünde hatırlanır. Suçlu hep devlettir ve sorumlular adalete teslim edilecektir denilip geçilir. Bir süre sonra da unutulup gider yaşananlar. Geride yaralı bilinçleriyle yuva ve yurt çocukları kalır. 

Bu, yetiştirme yurdunda yetişen benim için de böyle oldu. Doksanlarda Uğur Dündar’ın Denizli Yetiştirme Yurdunda çektiği dayak görüntüleri ve öğretmenin yurtta kalan kızı hem tokatlaması hem de “Rahat Dur! Rahat Dur!” diye bağırması benim gençliğimin hafızasından hiç çıkmadı. Nereye gitsem aynı soruyla karşılaştım. “Sizi de dövüyorlar mı?”. Bu haberler ardı sıra sürüp gitti. İzmir’de Barbaros Çocuk Köyünde yaşanan taciz skandalı, benden 3-4 yaş küçüklerin bilinçlerinin yaralanmasına neden oldu. Daha sonra Malatya Çocuk Yuvasındaki dayak görüntüleri. Daha sonra da York Düşesi Sarah Ferguson’un çektiği ve çocuk deposu dediği Saray Rehabilitasyon Merkezindeki gizli kamera görüntüleri. Sorun belliydi. Çözüm zordu. Medya sorunun çözümünde yardımcı olmak yerine, çocukları damgalayarak sorunu derinleştiriyordu.

Evet. Medya halkın bilincine bu çocukları şiddete eğilimli, yaramaz, sinirli, ahlaken düşkün gibi sıfatlarla damgalıyordu. Sonrasında da bu çocuklar,  en iyi ihtimalle acıma, korku ve merak karışımı bir bakışla toplumdan dışlanıyordu. Onlar “Yurt Çocuğu”ydu. Yuvaya gittiğinde geçmişinin kirli olduğu hissi yaratacak şekilde ilk iş olarak yıkanan, saçları üçe vurulan, aynı servisle okula giden, aynı kıyafetleri giyen, bireysellikleri yok edilen, öğretmenden hademeye, veliden öğrenciye herkesin yurt çocuğu diye damgaladığı ve büyük çoğunlukla horladığı kimselerdi. Yuva ve yurt kelimeleri ise, içleri tamamen olumsuz söylemlerle doldurulmuş, benim bahçemde olmaması gereken, ama gene de olması gereken şeytanlardı toplumun gözünde. Bu çocuk ve gençlerse tüm bunlardan kıyasıya muzdarip idi.

Peki bu suçun tek sahibi devlet miydi? Elbette değil. Devlet zanlıysa, suça yataklık eden de toplum idi. Çocuğunun sınıf öğretmenine, “Kızımı yuvalı Zehra’yla oturtmayın” diyen veli idi. Oğlunun gelin getirdiği yurtta yetişen gelin adayı için oğluna, “Ben yuvadan gelin almam” diyen anne idi. “Kitaplarınızı unutmayın. Yuvalılar siz de” diyen öğretmen idi. Veli toplantısında “Çocuğunuzun iyiliği için yuvadan Ali’yle arkadaşlık yapmasını engelleyin” diyen müdür yardımcısı idi. Kısacası, toplumla bu çocuk ve gençlerin arasında bir sosyal duvar vardı. Çocukları öteleyen, değersizleştiren, suça sürükleyen ve hatta öldüren, bir sosyal duvar. Bu sosyal duvarın inşasında ise, tüm insanlığa karşı suçlarda olduğu gibi, suç müşterekti.

Halbuki onca başarı öyküsü vardı yurtta yetişenler arasında. İş adamları vardı, sanatçılar vardı, mülki amirler vardı, bürokratlar vardı. Bunlar da ihmal ediliyordu. Kolektif bilinçte yurt çocuklarına, yurt kimliğine olan baskıdan dolayı kendilerini gizliyordu. Olumsuz söylemlerin hakimiyetinde, olumlu söylemler pekişemiyor ve olumlu işleri başaranlar ortaya çıkamıyordu.

Şimdi bir ses yükseliyor. Yurtta yetişenler, bu satırların yazarı olarak ben dahil, artık kimliğini gizlemiyor. “Biz de varız.” diyor. “Sesimizin duyulması ve bizim bilgeliğimiz bu çağ için, geride kalan kardeşlerimiz için kazanç.” diyor. “Yurtta yetişenler ekonomik ve sosyal fayda üreten bireylerdir.” diyor. “Yurt çocukları toplumun yalnız alanı değil, verenidir de.” diyor. Kurmuş oldukları Hayat Sende Gençlik Akademisi Derneğiyle, geride kalan kardeşlerine “Hayat Sende” diyerek, özgüven aşılıyor. Sabancı Vakfının Toplumsal Gelişme Hibe Programı kapsamında desteklediği bir projeyle, “Toplumla aramızda var olan sosyal duvarları kaldıralım.” diyor. “Şimdi değişim zamanı, yurt çocuklarına ilişkin kolektif bilinçteki olumsuz algıları değiştirelim.” diyor. “Sadece bayramlarda hatırlanmayıp, onların her zaman yanında olmaya ve kolektif suçumuzla yüzleşerek dönüştürmeye var mısınız?” diyor.

Varsanız, hadi hep birlikte Sosyal Duvarları Yıkalım!

6 Ekim 2013 Pazar

Kurum Bakımından Topluma Geçişte Çocuklar Sempozyumu Açılış Konuşması

Değerli Katılımcılar,
Öncelikle hepinizi Türkiye’nin en büyük ailesi adına en içten duygularımla selamlıyorum.
Bugün sizlere kendi hayat tecrübelerim ışığında devlet korumasında yetişen çocuk ve gençlerin karşılaştıkları sorunları ve hayata tutunma stratejileri üzerine bazı bilgiler vereceğim. Bunların birçoğu kendi tecrübelerimdir. Bununla birlikte, devlet korumasından ayrılan gençlerin oluşturduğu Hayat Sende Gençlik Akademisi Derneğinde de hedef kitleyle yaptığımız çalışmalarda da gözlemlediğimiz sorunlar. Temennimiz odur ki, dile getirdiğimiz sorunlar bu gibi toplantılar aracılığıyla daha fazla ele alınsın ve dünyanın her yerinde kurum bakımı altında kalan her bir çocuğun refahı artsın. Bu sayede, daha aydınlık bir geleceği hep birlikte kuralım.
Ben 11 yıl yuva ve yurtta kaldım. 7 yaşında girdiğim yuvadan 18 yaşında evlenerek ayrıldım. 2 çocuğum var.  Ben şimdi toplumda başarılı sayılabilecek bir noktaya gelmiş durumdayım. Şimdi hepiniz biliyorsunuzdur. Yuvada ve yurtta çocuklar yaşa ve cinsiyete göre tasnif edilir ve gruplara dağıtılır. Kanımca benim başarımın arkasında benim 0-6 yaşlarda yuvada kalmamamın etkisi büyük. Yuvada bu yaş grubundaki çocuklara ilişkin gözlemim yetişkinlerle çok az temaslarının olması, çok fazla çocuğa çok az personelin düşmesi, personelin sürekli değişmesi ve yine bu personelin çok fazla bakım gerektiren bu çocuklara karşı yeterli ilgiyi gösterememesi gelmekte idi. Bu durum birçok sıkıntıyı beraberinde getirmekte idi. Biz yaptığımız çalışmalarda şunu gördük ve şunu söyledik: “Kurum bakımı çocuk istismarının ve ihmalinin kurumsallaşmış halidir. Bu yönüyle 0-6 yaş arasında hiçbir çocuk kurum bakımı altında kalmamalıdır. 0-6 yaş grubu çocuklar uluslararası sözleşmelerimiz doğrultusunda aile yanında bakılmalıdır.
Biraz önce de belirtmiş olduğum gibi, ben yedi yaşında yuvaya girdim. Yedi yaşından itibaren yuva yaşamını tecrübe ettim. Tecrübe en iyi öğretmendir derler. O yönüyle ben de tecrübelerimi anlatacağım. Bunu yaparken hislerim işin içine girer ve biraz subjektif olursam şimdiden özürdilerim. Ben yuvaya girdiğimde ilkokul ikiye geçmiştim. Bu zamana kadar yetiştiğim kasabadan hiç çıkmamış, hiç arabaya binmemiştim. Babam 3,5 yaşında ölmüştü. Annem de hastalıklardan muzdaripti. Sürekli hastaneye giderdi. O zamanlar bizlere komşular falan bakar, yemekler getirirdi. Ablam da zaten küçücük yaşına rağmen annem gibiydi. En sonunda halam annemin yine hastanelere gittiği bir zaman ablam, abim ve beni yuvaya yazdırmıştı. Yedi yaşında hayatımda keskin bir değişim olmuştu. Değişimler gerçekten zordur. Benim için de zordu. Yuva yaşamımdan hatırladıklarım, daha doğrusu bende etki bırakan yuvalı olmak ile ilgili anılarım aşağıdadır:
Yuvaya gittiğimizde ilk önce bizi yıkamışlardı. Bu aslında geçmişimizin kirli olduğu gibi bir his de veriyordu. Bunu hemen yapmasınlar. Koruyucu ailelere de tavsiyemiz bu yöndedir. Saçlarımızı da üçe vurmuşlardı. Vurmasınlar. Yuvadaki çocuklar arasında saçların üçe vurulması bir travmadır. Birgün dershanede yuvadan bir kıza öğretmen, “Yavrum sen kız mısın erkek misin, kusura bakma vallahi anlayamadım.” dediğinde  o kızın hıçkırarak ağladığını anımsıyorum. Aynı kıyafetleri giymesinler. Aynı servisle okula gitmesinler. Bu uygulamalar etiketlemeyi kolaylaştırıyor. Bunların önüne geçilmesi gerekli. Küçük küçük ama bu çocukların hayatında önemli izler bırakan o kadar çok uygulama var ki saymakla bitmez. Örneğin benim zamanımdan bir uygulama. Çocuğa elli kuruş verip simidini kendi almasını sağlamak yerine yuva idaresi toplu şekilde parayı okula ödüyordu. Yuvadan da bir çocuk simit görevlisi oluyordu. Alıyordu 20 simidi koluna sınıf sınıf gezip simit dağıtıyordu. Yuvada kalan çocuklarsa bunu istemiyordu. Çünkü yuvalı olduğu arkadaşlarının arasında yüzüne çarpıyor. Bu tarz uygulamalar tamamen terk edilmeli. Çocuklara aynı giysiler giydirilmemeli. Düşünsenize, Isparta gibi küçük bir yerde sokakta yürüyen bir çocuğun  yuvalı olduğunu herkes kıyafetinden anlayabilirdi. Bu çocuklar akranları gibi alışveriş merkezlerine gidip diledikleri kıyafetleri seçebilmeli. Aksi takdirde, kesilmiş saçıyla, aynı kıyafetleriyle öğretmenin gözünde, velinin gözünde, öğrencinin gözünde, servisçinin gözünde, kantincinin gözünde hepsi birden yuvalı oluyor. Yuvalı gel yuvalı git. Yuvalı diye daha bir horlanma. Hatırlıyorum: Sınıfta bir kız çocuğu ağlıyordu öğretmenim beni yuvalı Zehra’yla oturtmayın n’olur diye. Örneğin öğretmenin 6 yuvalı çocuğun olduğu bir sınıfta “Kitaplarınızı unutmayın. Yuvalılar siz de!” demesi beni ve diğer çocukları incitiyordu. Çünkü ben sınıfın en çalışkanıydım ama yuvalı olmam öne çıkıyordu. Bilgi yarışmalarında okulu temsil etmeye hak kazanmıştım. Beni yedeğe koyup bir aile çocuğunu almışlardı. Hayatımdaki travmalardan biridir. Sizin en çok ihtiyacınız olduğu anda  kendinizi sahipsiz hissediyorsunuz.
Şimdi hepiniz biliyorsunuz, yuvadaki çocuklar etiketlemeden muzdariptir. Etiketleme bu çocuk ve gençlerin özgüvenlerini kırmaktadır. Bu çocuklar sırf bu yüzden kendilerini toplumun en altına koymaktadır. Etiketleme yuvada kalan çocukların bilinçlerinin önemli ölçüde yaralanmasına neden oluyor. Etiketlemenin her şekilde önlenmesi gerekli. Etiketlemeyle mücadele için kolektif bilinçte dönüşüm gerekiyor. Öğretmenlere bu çocuklara nasıl davranacaklarına ilişkin bilgiler ve eğitimler vererek. Koruyucu aileliği, yuvayı, yurdu, evlat edinmeyi milli eğitim müfredatına koyarak. Bu çocuklara ilişkin imaj yönetimi kampanyaları tasarlayarak. Demir parmaklıklar ardında bu çocukların oynayacağı parklar yerine, bu çocukları diğer çocukların oynadığı parklara taşıyarak. Bu çocukların korolarını şehir tiyatrosu gibi sağda solda dolandırmak yerine bu çocukları şehrin diğer çocuklarının bulunduğu korolara vererek. Bu çocukları medyada tehlikeli gösterme eğiliminden kaçınarak. Tüm bunlar yüzünden çocuk toplumda dışlanıyor. Toplumla arasında bir sosyal duvar oluşuyor. Bu sosyal duvarın yok edilmesi gerekiyor. Yuva ve yurt kelimesinin içini boşaltmak ve olumlu anlamlarla yeniden doldurmak gerekiyor. Geçen gün restoranda otururken dernekten arkadaşlarla kadının biri siz yurttan mı yetiştiniz dedi? Evet dedik. Ya bizim oraya çocuk evi açtılar. Nolur kapatsınlar. Hırsızlık arttı, vs. vs. Dört kişiydik ve Teyze dedik dördümüz de kariyer memuruyuz. İyi üniversiteler bitirmişiz. Şu Bakanlıkta çalışıyouz. Aaa öyle mi? dedi. Bu işte kolektif bilinç. Yuvada ve yurtta yetişen çocukları lime lime doğrayan, ötekileştiren, yalnızlaştıran kolektif bilinç bu.
Kurumlarda kalan çocukların önemli eksikliklerinden biri de temel yaşam becerilerinin kazandırılmamış olması. Bu bir süreç. Ben 18 yaşında kadar sinemaya ve markete gitmedim. Hiç ekmek almadım. Hiç yemek pişirmedim. Doğru dürüst hiç bütçe yapmadım. Bunları yaşayarak öğrenmemiz lazım idi.  Bunlar yapılmadığında çocuk kurumdan ayrıldığında, memuriyete başladığında ne bütçe yönetebiliyor, ne de ev hayatına alışabiliyor. Bu konuda son on yılda önemli mesafeler alındı. Ama hala gidilmesi gereken epeyce bir yol var. Öte yandan, kurum bakımındaki çocukların bireyselliklerinin daha fazla öne çıkarılacağı, her çocuğa kendi potansiyelini gerçekleştirebileceği ortamların daha fazla sağlanması yaşama hazırlanmada önemlidir. Sporla hiç barışık olmayan ama satranca kafası inanılmaz çalışan beni yıllarca güreşçi yapmaya çalıştılar. Bu çocukların kendi özgünlüklerinin daha fazla farkına varılması gerekir.
Yuva ve yurtlardaki kardeşlerle ilgili de bir şey söylemek isterim. Ben ablamdan ve abimden yuvada ve yurtta kalırken ayrıldım. Ablamdan ayrılmak inanılmaz bir travmaydı. Yedi yaşına kadar annem gibi olmuş ablamdan ayrılmıştım. 10 yıl da görüşemedik. Buradan ricam kardeşler ayrılmasın. Birbirinden koparılmasın. Birbiriyle görüşmeleri sağlansın. Son dönemde Sn. Bakan’ın bu yönde açıklamaları var. Bunları sevinçle karşılıyoruz.
Gönüllülük üzerine birkaç bir şey söylemek istiyorum. Ben yuvada kalırken üniversiteli ablalar bize ders çalıştırmaya gelirdi. Bana birisi ben seni çok sevdim sen Beşiktaşlı ol dedi. Ben fenerliydim. O günden beri Beşiktaşlıyım. Adını hatırlamıyorum. Yüzünü de. O beni belki hiç hatırlamıyor. Ama bir gerçek var. Ben onun hayatında küçük bir yerdeydim. Ama o benim hayatıma öyle şeyler kattı ki, iyi okullar kazandım ve buralara kadar geldim. O abla dörde giderken gelmişti. Sonra mezun oldu üniversiteden gitti. Özgür Teyze geldi. Emekli matematik öğretmeni. Gönüllüydü. Ne mi yaptı Özgür teyze? Beni öyle çalıştırdı ki o yıl Anadolu Lisesini kazandım. Bu çocukların üzerinde gönüllülerin etkisi çok büyük. Bakanlığın ise bir gönüllü yönetmeliği var ama gönüllü stratejisi yok. Bu konuya eğilinmesini ve sivil toplumla daha fazla işbirliği yapılması gerektiğini düşünüyorum. Biz, içlerinden çıktığımız Hayat Sende’ye bile neredeyse bütün yollar kapalı.  
Kurum bünyesinde kalan çocuklara yönelik çalışmalar çok kapsamlı. Fakat yurttan ayrılan gençler ihmal ediliyor. Bu noktada şunu belirtmek isterim.  Bu çocuklar halihazır düzenlemelerle hiçbir dayanakları olmadan yurttan çıkıyor. Bakın Doğu Avrupa’daki istatistikler çarpıcı. Yurttan ayrıldıktan sonra bu kızların yüzde 15’i fuhuşa sürükleniyor. Yüzde 20’si suça sürükleniyor. Yüzde 10’u canına kıyıyor. Ülkemizde ise kaliteli veri yok. Bakanlık iş tanımında açıkca belirtilmesine rağmen çocuklar izlenmiyor. Halbuki işten atılmalar çok yaygın.  Varsa yoksa İşe Yerleştirme Yasası. Psikolojik baskılar, cinsel taciz haberleri gibi haberlere rastlıyoruz. Hem bakanlıkta hem de vatandaşta işe yerleştirme yasası bu çocuklara verilmiş ve abartılı bir imtiyaz olarak görülüyor. Halbuki bu yasa, burada kalan çocukların potansiyellerini gerçekleştirmelerinin önünde bir engel. Kurumlar çocukları hep alt pozisyonlarda istihdam etmek istiyor. Burada mutlaka bir farklılaştırma yapılmalı. Çocukların eğitim burslarıyla çok dilli / çok kültürlü ülkelere gitmesi gibi teşvik edilmeli. Yetiştirme yurdunda yapılan bir Avrupa Birliği projesinde çocuklar 3 ayda İngilizceyi sökmüşlerdi. Özel üniversitelerde bu çocuklara kontenjanlar açılabilir. Bu noktada motivasyonel unsurlar çok iyi kurulmalı. Girişimcilik hibeleri gibi hibeler verilebilir. KOSGEB kredilerinden daha düşük faizle yararlandırılabilir.  Amerika’da bale okulu açmış abilerimiz var. Bunların daha fazla olması için çalışmalıyız.

Son olarak, yönetiminde yer aldığım ve kurumda yetişen gençlerce kurulmuş Hayat Sende Derneğine ilişkin birkaç şey söylemek istiyorum. Çocuklar yurttan ayrılırken, yurttan ayrılan gençlerin kurduğu derneklere de çok iş düşüyor. Bu dernekler kurum bakımındaki çocukların hayata entegrasyonunda çok iyi birer arayüz olabilir. Ama Bakanlık kurumda yetiştirdiği bireylerin tecrübelerine güvenmiyor. Halbuki yapması gereken, bu derneklerin kurumsal kapasitelerini güçlendirmek. Eğitimler vermeli bu derneklere. Bu dernekler geriden gelen kardeşlerine hayata tutunma tecrübelerini aktaracak en önemli merkezler olmalı. Bugün Ankara’ya her yıl 750 kadar genç memur olarak atanıyor. Yüzlerce genç de iş sınavlarına girmek için geliyor. Anadolu’nun küçük illerinden Ankara’ya geliyor. Bunları Ankara’da sosyal ortamlara sokmak, düzenli eğitimler vermek, insan kaynağı kalitelerini artırmak, dil okulları, bilgisayar kursları, kişisel gelişim merkezleri ile protokoller imzalayarak bu gençleri uygun fiyatlarla yararlandırmak hep bu derneklerin işi olmalı. Bizler bunu yapmaya çalışıyoruz. Geçen yıl Fark Yaratan seçildik. Bilgi Genç Sosyal Girişimci Ödülünü aldık. Bu bizlere güvenilirse neler yapabileceğimizin en önemli göstergesi.
Tüm bu söylediklerimi özetlemek gerekirse,
  • Yuva ve yurtlar yerine aile yanında bakımın yaygınlaştırılması,
  • Kurumlarda kalan kardeşlerin mümkün olduğunca ayrılmaması, ayrılıyorlarsa bile, düzenli görüşmelerinin sağlanması,
  • Kurumda kalan ve ayrılan çocuk ve gençlere ilişkin yapılan etiketlemeyle mücadele edilmesi,
  • İşe Yerleştirme Yasasının çocukların potansiyellerini gerçekleştirmelerinin önünde bir engel olmasının önlenmesi,
  • Kurumdan ayrılan gençlere ilişkin Bakanlığın etkili politikalar üretmesi, istatistikler toplaması, bu istatistikleri kamuoyuyla paylaşması,
  • Yurttan ayrılan gençlerin oluşturduğu derneklerin kurumsal kapasiteleri güçlendirilerek geride kalan çocukların hayata hazırlanmalarında bu derneklerin önemli arayüz olmasının sağlanması,
  • Bakanlığın etkili bir gönüllü stratejisi uygulaması ve sivil toplumla daha fazla işbirliği yapmasının uygun olacağını düşünüyorum.  


Sözlerime son verirken, yedi yaşında önünde sadece inşaat işçiliği gibi bir kariyer yolu olan beni bugün bu noktaya getiren yuva ve yurda teşekkür eder, yapılan bu konferansın Türkiye’nin en büyük ailesine faydalar getirmesini diler, yüreği daha iyi bir toplum için atan sizlere en derin saygılarımı sunarım.

5 Ekim 2013 Cumartesi

Korunmaya Muhtaç Çocukların Dünyası





Akademik Çalışmalar Neden Korunmaya Muhtaç Çocukları Açıklamada Yetersizdir?
Korunmaya muhtaç çocuklar hakkında yapılan akademik çalışmaların, özellikle onların duygusal yaşamlarını anlamaya yönelik ayağının hep eksik kaldığını düşündüm, çünkü akademik ve objektif olma isteği ve alınacak eleştirilerden duyulan korku, birçok akademisyenin elini ayağını bağlamaktadır. Üstelik çalışmalar genelde betimleyici olup, nedensel olmaktan da uzaktır.
Yüksek lisans tezimi bu çocuklar üzerine yaparken çektiğim en büyük sıkıntı, bilimsel çerçevede kalma zorunluluğu, duygulara ve yorumlara yer vermemem gerekliliğiydi. Bu durum beni oldukça zor durumda bırakmıştı ve ilk başlarda oldukça yoğun duygularla yazılmış tezim, en nihayeti kupkuru istatistiklere dönüşmüştü. Ama benim tez yaparken asıl amacım bu değildi ki. Bugün söyleyebileceğim ise, bu çocuklarla çalışmanın asla duygular işe katılmaksızın mümkün olamayacağıdır. Şimdi ise yazmaya niyetlendiğim kitaba başlayarak, o amaca biraz daha yaklaştım diye düşünüyorum. Buradaki yazılar, yazmaya başlamış olduğum kitaptan bazı alıntılardır.
Çocukların yaşadıkları kurumların şartlarını anlatırken, hiçbir kurumu ya da kişiyi eleştirmek hedefi gütmedim, en azından birçoğunun ne kadar zor şartlarda özveri ile çalıştıklarını gördüm, kurum isimlerini de bu nedenle vermedim. Ama çocukların iyi ellere de emanet olabileceğini göstererek bana umut veren, gördüğüm en iyi kurum müdürlerinden olan İsmet Galip Yolcuoğlu na teşekkür etmeden geçemeyeceğim. Kurumlar arası farkı, asıl çalışmalarımı yaptığım kurumda daha olumlu şartlarla karşılaşınca daha iyi gözlemleyebildim. Anlatacağım şartlar, başka kurumlarda daha iyi ya da kötü olabilir, ama değişmez olanın, çocukların duygusu ve yaşadıkları olduğunu düşünmekteyim.
Okuyacaklarınız, akademik amaçla yazılmamıştır, ama bir psikoloğun gözünden bu çocuklar anlatıldığı için, en çok psikologlara, sosyal çalışmacılara ve öğretmenlere yararı olacaktır. Bunun dışında bu çocukların dünyasına girmek isteyenlere bir ışık; onlarla gönüllü çalışmak, koruyucu aile olmak ya da evlatlık almak isteyen kişilere de yol gösterici olabilir.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında Ziyaretçiler Sorunu:
İlk gün kapıdan girer girmez, bir yığın çocuk sardı çevremi. Onlara gülümsedim ama onlar bana ne getirdiğimi sordular, bir yandan çantamı çekiştiriyorlar ve içindekilere bakmak istiyorlardı. Bu alışkanlığın nasıl doğduğunu sonraki gözlemlerimde gayet iyi anladım.
Kurumlar, vicdanlarını hafifletmek isteyen bazı iyi niyetli (!) sivillere kapılarını açıyor, onlar da gelip bu çocuklara yaş, hastalık v.b şeyleri sormadan, çikolata, bisküvi türü yiyecekler, bazen de giyecek dağıtıyorlardı. Çocuklar kuş sürüsü gibi etraflarında toplanıyor, yiyecekleri kapışıyor, kıyafetler kendi yaşlarına ve bedenlerine uygun olsun olmasın, yağmalanıyordu. Çocuklar itişip, kavga ediyorlar; arada yalvarmalar ve dağıtılanı alamayan çocukların, diğer çocuklara kendileri için değer taşıyan bazı şeyleri rüşvet olarak teklif ettiği duyuluyordu. Bu bazen de öğretmenlere söylenmemesi gereken bir sırrın korunması şeklinde bir şantaj halini de alabiliyordu.
1. Vicdanlarını Rahatlatmaya Gelenler:
Bir gün kürk mantolu bir kadın, yanında şoförü ile giyecek ve yiyecek dağıtmaya geldi, içlerinde oyuncak da vardı sanırım. Yüzünde bir tebessüm, çocuklara hediyesini vermeden önce adlarını soruyor, söyleyene kadar hediyeyi elleri arasında tutuyordu, ama çocuklar onunla ilgilenmiyorlardı, amaçları sadece dağıtılacak olandan iyi bir pay almaktı, bunu aceleyle cevap vermelerinden ve hediyeyi almak için sabırsızlıkla kalkan ellerinden anlamak mümkündü. Çocuklardan biri, o gün tatlı dili sayesinde kendisine düşen üç çikolatayı birden yedi. O bayan, yemek saatinden önce kendi çocuğunun bunları yemesine izin verir miydi zannetmem. Ama onun bu tavrında, bu çocukların çikolata bulamadıklarına dair inanç ve tuhaf bir şekilde iyilik yapma isteği etkili oluyordu sanırım. Çocukları dilenmeye ve sürekli istemeye alıştırıyorlardı.
Aslında bu tür ziyaretçilerle sonradan konuştuğumda anladım ki ya kendileri çok fakirlik çekmişlerdir, yani biz çikolata yiyemedik ya da ayakkabısız gezerdik  diyen kişilerden oluşurlar ya da normalde varlıklı olup, başlarının gözlerinin sadakası için bunları dağıtırlar.
burada bahsedilen kurumla, ileriki sayfalarda anlatılacak olan ve uzun süreli çalışmalarımı yaptığım kurumlar farklıdır.
2. Kayıplarını Doldurmaya Gelenler:
İkinci tür ziyaretçiler ise daha yaralayıcıydı. Bu kişiler kendi yaşamlarındaki bir kaybı doldurmaya gelir, gittiklerinde ise daha büyük yaralar açarlar, kendi yaraları ise kısmen kapanmış olur.
Yeni boşananlar, çocuğunu kaybeden kadınlar, çocukları tarafından istenmeyen ya da onlarla arası açık olduğundan torunlarının yüzünü göremeyen orta yaşlı kadınlar? Çocuklar hayatlarını anlatırken ağlarlar, vah zavallı yavrum diye başlarını okşarlar, çocuklara büyük bir şefkatle yanaşırlar, kendilerini iyi hissettiklerinde ise o çocuğun kendilerine ne denli bağlandığını düşünmeden ve çocuğa hiçbir açıklama yapmaksızın çeker giderler. Oysa çocuk ya acısını kanıksamıştır ya da kurumdaki bir öğretmenin ya da sosyal çalışmacının, hayatının çok kötü olmadığına dair onu inandırması ile oluşturduğu özgüveni bir anda silinip gider. Çocuk kendi gözünde acınacak ve korunmasız bir varlıktır artık. Yani çocuk onları onarmıştır, birine iyilik yaptığı düşüncesi ve karşılığında gördüğü minnet, onları tedavi etmiştir. Ya geride kalanlar?
3. Gözlem ya da Denetleme Amacıyla Gelenler:
Üçüncü tür ziyaretçi ise, sivil toplum kuruluşlarından gözlem amacıyla ya da üst mercilerden denetleme amacıyla gelenlerdir. Bazen daha da üst kademelerden birisi yanında medya ordusuyla gelir, ya ilgilendiğini göstermek ya da teftiş amacıyla. Ama ilgisi çatık kaşlarıyla, parmaklarını toz bulma amaçlı oraya buraya sürtmekten ya da örümcek ağlarının alınması için azarlarcasına müdürü uyarmaktan öteye gitmez. Çocuklara olan ilgisi ise direk seni dövüyorlar mı? diye sormak şeklindedir.
4. Medyadan Gelenler:
Meraklı ve haber peşinde muhabirler ise çocuklara hayatlarını zorla anlattırır. Çocuğun kendini koruma ve mahremiyet isteğini, çekingenlik olarak değerlendirir ve zorla ağzından laf almaya başlar, çocuk içinse o an, duyarlı bir göz tarafından görülmesi kolay bir işkencedir.
Çocuk büzülür, koltuğa yapışır, başını önüne eğer. Muhabir ya da dernek temsilcisi, öğretmene öyle bir bakar ki zavallı öğretmen de çocukta ters giden bir şey olmadığını göstermek için çocuğu zorlar ya da herkesin önünde çocuğun o acıklı hikayesini, bilmem kaçıncı kez, rapor verircesine hızlı ve sansürlemeden anlatır işte bunun annesi terk etmiş, bir adamla kaçmış, ailesinden de kimse bakmak istememiş v.b. Bazen çok gizli bir bilgi varsa, örneğin çocuk tecavüze uğramışsa, sesi daha kısılır ve anlatıya kaş göz işaretleri eşlik eder. Muhabir de bir anlıyorum  havasında yapay bir üzüntüyle başını sallar, sonra ilgisi hemen diğer bir çocuğa kayar, çünkü amaç daha çok haber toplamaktır.
Hatta bir gün, haftalık bir dergi için yazı dizisi hazırlayan kadın muhabirin, çocuğa ?buraya nasıl düştün?? diye sorduğunu hatırlıyorum. Sonra üzerine düşündüğümde, bu sorunun aslında kurumlarla ilgili toplumsal bilinci de iyi gösterdiğini anladım. Evet, kurumlar esirgeme amaçlı olsalar bile düşülecek yerlerdir.
Kurumların Ziyaretçi Problemine Bakış Açısı:
Bu konuyu kurumdaki sosyal çalışmacı (450 çocuğa bir sosyal çalışmacı düşüyordu) ve müdür ile konuştum, aslında kurumlar da kendi açılarından haklılardı. O dönemde TV de ardı ardına, kurumlarda çocuklara yapılan kötü muamele ve kötü fiziksel şartlar halkında yayınlar yapılıyor, kurumlar da bu suçlamalardan canları bezmiş bir şekilde, burada sakladığımız bir şey yok dercesine her türden insanın gelmesine ve çocuklarla konuşmalarına, TV kanallarının röportajlarına müsaade ediyordu.
Yiyecek ve giyeceklerin hiç de uygun olmayan şekilde böyle fütursuzca dağıtılması ise, kurumun bunları kendine saklamadığı ya da personelin çocukları tarafından kullanılmadığına ispat niteliği taşıyordu. Çünkü bu karmaşadan yararlanan bazı çocuklar, öğretmenleri onlara herhangi bir sebepten dolayı ceza vermek istediklerinde çağırırım X programından televizyoncuları, derim ki bana tecavüz etti gibi öğretmenlerin kanını donduran tehditlerde bulunabiliyorlardı.
Kurumların gerekli merciler tarafından yeterince denetlenmemesi nedeniyle bu denetlemenin kamuoyunun iradesine bırakılması böyle karmaşık sonuçlara; halkın kurumlara güvensizliği ise kurumların otoritesini yitirmesine neden oluyordu.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında  Anne  problemi:
Kurumda onlara bakan bakıcılara  anne  dedirtiliyordu. Yani yemeklerini veren, çocuk küçükse yediren, altını değiştiren, özbakımını yaptıran, çocuk büyükse odasının temizliğinden sorumlu kişi. Anne bu mudur? diye sormadan edemiyor insan. Ben bunun halen çok yanlış bir uygulama olduğunu düşünüyorum.
Annelerin hemen hepsi eğitimsiz, bu önemli değil ama en başta şefkatsiz. Üstelik -dürüst olalım- onları genelde sevmeyen, bu işi para aldığı için yapan, çoğunlukla sert disipline sahip, fiziksel şiddet ve sözel hakaret kullanabilen, düşük ücretlerde ve zor koşularda kendi ailelerini geçindirmek için çalışan bu kadınların da onların annesi olmayı istediklerini hala zannetmiyorum. Vardiya usulüyle çalışıldığı için çocuğun bir çok annesi olması ya da çalışan işten ayrıldığında annenin değişmesi de cabası. Yani bir çocuğun kurumda kaldığı süre boyunca 10-15 annesi olması mümkün.
Oysa, çocukların öğretmenleri içinde, bu kelimeyi gerçekten hak eden bir sürü öğretmen ve birkaç müdür gördüm. Kız Yetiştirme Yurdunda çocukların büyük bir saygı duydukları, yaptıkları hatayı ondan ceza görecekleri için değil, gözünden düşmek istemedikleri için saklamaya çalıştıkları kurum müdürlerine kendiliklerinden müdür baba demeleri, bakıcılarına zorla anne demelerinden kat be kat daha değerliydi. Birçok çocuk kendi annelerine de sahipken, anne gibi önemli bir sözcüğün böylesine içinin boşaltılması, her iki taraf için de bir değeri olmayan hale getirilmesi ne acı.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında Yiyecekler:
Aslında kurumun fiziksel şartlarının (en azından yiyecek giyecek kısmının) bazı bakımlardan ne kadar iyi olduğunu sonradan hayretle gördüm. Bir kere çocuklar, bağışlanan kurbanlardan dolayı hemen her gün istisnasız et yiyorlardı. Bağışlayan kişi, kurbanın müdüriyetin özel kasasına girmediğinden emin olmak için, bazen yemeğe eşlik ederdi. Çocuklar et yemekten sıkıldıklarında, anne azarlayıcı bir ses tonuyla ben evde çocuklarım için bulamıyorum, her gün et geliyor daha ne? türünden söylenirdi, ama etin, bu çocuklar için fazladan bir değeri yoktu.
Paradoks olarak, ergenlik öncesi çocukların büyük kısmında yemeği yağmalama vardı. Yağmalama diyorum, çünkü herkese yetecek olan ya da sayıyla gelen ve onun da hakkına mutlaka düşecek bir yiyecek (örneğin tatlı diyelim), yemeğin başından çocuk tarafından tabağın kenarına konuluyor, oldukça hızlı yeniyor ve yemek boyunca diğer çocuğa daha fazla konup konmadığını ya da artan yemekten kendi payına yeniden düşme ihtimalini gözlüyor. Hep bir aç kalma korkusuyla, kıtlıktan çıkmışçasına yemek... Belki de ziyaretçileri, bu çocukların zor şartlarda yaşadıklarına inandıran şey, bu gözlemleri oluyordu. Ama ruhsal açlık, fiziksel açlıktan çok daha başka bir şeydir ve asla doymaz.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında Kıyafetler:
Kıyafetler kurumun kendi bütçesinden, bazen de sponsor olan büyük firmalardan geliyordu, ya da kendi çapında yardım etmek isteyen ve isim vermeyen konfeksiyonlardan? Ama gelen malzemelerde eşitlik yaratma isteği, çocuklarda farklı bir duyguya yol açıyordu. Özel olamama. Hiçbir zaman, sadece kendilerinde varolan bir şeyleri yoktu, her şeyin aynısı bir diğerinde de vardı. Kurumların haklı olarak her çocuğa adalet isteği ile gelen, bazen farklı renk ve stilde de olsa, mecburen en az 10 çocukta da benzeri olan kıyafetler... Bir hapishane forması ya da askeriye gibi tek tip ve aynı? Bu nedenle koruyucu ailesi olan veya akrabaları tarafından kendisine özel bir kıyafet alınan çocuk, arkadaşlarını kıskandırıyor ve büyük sükse yapıyordu. Daha büyük çocuklara aylık harçlık veriliyordu ve eğer kendi paralarıyla almışlarsa, bir giysinin kaybolması ya da izinsiz giyilmesi, özellikle kızlar arasında fiziksel şiddetle sonuçlanan bir kavgaya yol açıyordu. Mahremiyeti, özel olanı ve kendine ait olanı koruma isteği ile?
Giyecek vardı olmasına, ama özellikle ergenlik öncesi çocukların onları nasıl kullandığı ya da kullanmadıkları önemli bir sorundu. Çocukların birçoğu, anneleri onları uyarmalarına rağmen, bahçeye yaz kış demeden çorapsız ve ayakkabısız çıkıyorlar; bazen elbiseler nasıl olduğu anlaşılamayan şekilde yırtılıyor, pisleniyor, temizini giyme hakları ve şansları olduğu halde yırtık ve pis kıyafetleri çıkarmamakta direniyorlardı.
Bunu görünce aklıma, lisans yıllarında Cerrahpaşa Tıp Fakültesi nde bizlere kendisinden Adli Psikiyatri dersi alma şansı tanınan, değerli hocalardan Sn. Prof. Dr. Adnan Ziyalar ın anlattığı ve bizzat yaşadığı bir hikaye geldi: Bir yılbaşı gecesi, karlar altında yarı çıplak bir şeklide debelenen bir evsiz görmüş. Sokaktakilere para vermek, âdeti olmadığı halde adama o kadar acımış ki, o zaman için epey bir para olacak bir tomar kağıt parayı, adamın yanına bırakmış. Adam paraları görünce hırsla kalkmış ve paraları hocanın suratına fırlatarak şöyle demiş: Dilenciye, dilenci gibi para verilir.
Yani ne kadar paramız ya da kıyafetimiz olduğu önemli değildir, önemli olan kişilerin kendilerini nasıl hissettikleri ve dışarıdakilere ne mesaj vermek istedikleridir. Çocuklar kapıda böyle sefilce dolaşırken de aynı mesajı veriyorlar: Biz yeterince bakılmıyoruz. İstediğimiz şey yok, yani sevgi yok ve dış görünüşümüz de iç dünyamıza uygunluk arz ediyor.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında Temizlik ve Banyo:
Kurumda dolaşırken ise çoğunlukla nefesimi tutuyordum. Yaşı büyük bir çok çocuk, sürekli sıcak su ve banyo imkanı olduğu halde banyo yapmıyordu. Temiz giyinseler bile kişisel temizlikleri eksikti. Koridorlar ve odalar, öğretmen ve annelerin tüm uyarılarına rağmen kokuyordu. Bunların, yine çocukların içinde bulundukları ruhsal durumla ilgili olduğunu söylemek gerekir. Küçük çocukların banyo saati ise, her iki taraf için de bir eziyetti. Hep bir itiş kakış, ağlayış ve bağırma havasında geçiyordu. Tek bir anne 15-20 çocuğu yıkamak zorundaydı. Çocuklar da sıralarını beklemek ve istemedikleri bu eyleme katılmak?
Kız Yetiştirme Yurdunda Evlilik:
Zaten Yetiştirme Yurdunda her gün bir olay olurdu, başkalarına tuhaf gelecek olaylar kurumda en azından haftada bir yaşanırdı. Her hafta birisi intihar girişiminde bulunur, birisi kaybolurdu. Kızların birçoğu fuhuşa değil ama kendini anlayan ve evleneceğini düşündüğü bir çocuğun yanına kaçardı. Kaçtığı çocuk, ya kız yüzünden polislerle başının derde gireceğini bildiği için ya da gerçekten koruduğu için midir bilinmez, genelde kuruma geri gitmesini söylerdi -en azından kızlar böyle söylüyordu- .
Kurumdan ayrılma yaşı gelmiş çocuklar için, gelecek o kadar endişe vericiydi ki onu sevecek birisiyle evlenmek, birçoğu için hayatlarının tek amacıydı denebilir. Çocuk kurumdan yeni ayrılmışsa ya da evleneceği zaman hala kurumdaysa, evlendirme ile ilgili işlemlerle ilgilenmeyi ve masrafları kurum üstlenirdi.
Damat adayları genelde işsiz güçsüz çocuklardı, yönetimdekilerin onay verebilecekleri hiçbir yanları yoktu. 17-18 yaşlarında, askerliklerini yapmamış, eğitimsiz, işleri olmayan ve nasıl geçinecekleri belirsiz, genelde erkeğin ailesinin yanında oturulacağı belli bir evlilik hayatı...
Ama seçeneklere bakıldığında, zaten birçoğunun ailesi olmadığı için ordaydı. Aileleri olanların da evlerinde gidilecek bir yuva ortamı olsa devlet bu çocukları koruma altına almaz ya da aileleri onları bırakmazdı. Hemen hepsi mesleksizdi. Liseyi doğru düzgün okuyan ve üniversite sınavlarına girerek en iyimser ihtimalle burs kazanarak kendini bir yurda atacak öğrencilerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı.
Evet 18 yaşına bir kız çocuğu kurumdan ayrıldıktan sonra sokakta ne yapar? Fuhuşa ya da suça sürüklenir ya da en azından evliliğinin başlarında kendisini seveceğini bildiği biriyle iyi kötü bir aile kurar. Tabi ki kurum ikincisini seçiyordu. Düğün, gelinlik, nikah ve çeyiz masrafları kurumun bütçesinden karşılanıyordu. Kurumda oldukça güvenilen bir kız çocuğu için, araya bağlantılar konularak, bir hayırseverden çok ucuza eşyalı ev kiralandığını bile hatırlıyorum. Parası olmayan işsiz güçsüz damat adayı için de böyle bir evlilik karlı oluyordu tabi. Kızı istemeye ne damatın ailesinden biri geliyordu, ne de çiçek ve çikolata. Kendisi bir buluşma sonrası kurumdakilerle tanışmaya geliyordu. Kız onu elinden tutup işte evleneceğim adam diyordu, bu teklife aslen emrivaki de denebilirdi. Yoksa, bazen itiraz edildiğinde olduğu gibi kaçarım tehditleri başlardı. Damat, eğer biraz eli yüzü düzgün, biraz da iki kelimeyi bir araya getirebilen biriyse, uygun bir aday olarak evlenmelerine izin veriliyordu. Başka ne yapılabilirdi ki zaten?
Belirtilmesi gereken bir nokta, evliliğin bu kızlar için sadece bir kaçış olmadığıdır. Kendilerine yönelmiş birazcık ilgi kırıntısı buldukları hemen herkese karşı, korkunç bir bağlılık ve aşk geliştirebilirlerdi. Bunun örneklerini defalarca gördüm. İntiharlar bu nedenle sık olurdu ve çocuk ya da adam onlara ne kadar kötü davranırsa davransın, bağlanır ve kopamazlardı. Birçoğu, asla kendi çocuklarını dövmeyeceklerine ve kurumlara bırakmayacaklarına yeminliydiler ama bu psikolojik ve fiziksel şartlara sahip bir ortamda yetişen birçoğunun geleceğini tahmin etmek hiç de zor değildi. Eğitimsizlik, parasızlık, eşin işsizliğine erken yaşta evlenme de eklenince nasıl bir evliliğe doğru gidecekleri açıktı.
Birçoğu doğum kontrolünü istemiyor, evlenir evlenmez çocuk sahibi olmak istiyordu. Gerekçeleri ise, çocuklarına bir an önce kavuşarak, hak ettikleri sevgiyi vermekti. Ama şiddete ve intihara eğilimli, geçmişlerinde çözülmemiş korkunç travmalar bulunan, eğitimsiz ve işsiz bu genç kadınlardan bir süre sonra nasıl anneler olmaları beklenirdi ki? Tamamıyla iyi olduğuna yürekten inandığım niyetlerine ve çocuklarına iyi anne olacaklarına verdikleri andlara rağmen... Muhakkak ki istisnalar vardır. Kurumda çalışanlar bunlara şahit olmuş, mutlu haberlerini almışlardır, ama ben maalesef çoğunluktan ve gördüklerimden bahsediyorum.


Kaynak: http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=54694

2 Ekim 2013 Çarşamba

Sevgi Denen Şey…

“Dört yaşlarındayken ben dermişim anneme: Anne ilerde üç çocuğum olursa ne yapacağız?
Annem:  Bakarız kızım.
Ben: Ee dört çocuğum olursa napcaz?
Annem: Onlara da bakarız kızım.
Ben: Ee anne, yedi çocuğum olursa,
Annem (gülerek): “Onlara da bakarız kızım..”
Daha o yaşlarda biliyormuşum sanki, zor olduğunu çok çocuğa bakmanın...
Gerek ekonomik, gerek sosyal birçok sebebi var, çocuğunu vermenin. Bakamıyorsun herhalde kendi bebeğine, ve vazgeçiyorsun, hasta bu çocuk, benden uzakta da kalsa bari yaşasın diye… Beni sokakta kalan veya devlet korumasında, sevgi yuvalarında gördüğüm çocuklardan ayıran farkım; evlat edindirmek isteyen aileden evlat edinmek isteyen aileye resmi bir şekilde kayıtlara geçirilerek geçiş yapmam. Tabi çok küçüktüm, hatırlamıyorum o anları.  Ama o dönemde, bundan yaklaşık 24 yıl evvel beni mahkemede gören avukat amcanın bugün anlattıklarına göre, kara iri gözleri olan, etrafına masumca bakan, nerede olduğunu dahi idrak edemeyen bir kız çocuğuymuşum… Ve beni o dönemde evlat edinen annemin anlattıklarına göre ise, sümüklü, saçı başı dağınık, kirli, elbisesi yırtık bir şekildeymişim ilk onların beni gördüğünde. Ve sonrası, masal gibi bir hikaye…
**
Ben biyolojik babamı hiç tanımadım. Tanımak da istermiydim bilmiyorum. Bildiğim; onun bir kazada öldüğü ve geride dört çocuklu bir hamile eş kaldığı. Benimse bu beş çocuktan dördüncüsü olarak, şimdi yaşadığım aileme evlat edindirildiğim. Biyolojik annem ekonomik anlamda bakamadığı, çok fazla hastalandığım ve  geçirdiğimiz kazadan sonra korkudan olsa gerek sürekli çığlıklar attığım gerekçesiyle beni evlat edindirmek istemiş. Yaşadığımız yere yakın bir köyden bir ilan duyarak gitmiş ailem, ve beni alıp getirmiş. Daha dönüş yolunda annemin kucağında uyuyup gelmişim. Bundan sonrasını hatırlıyorum artıkJ Çok mutlu bir çocukluk geçirdim.
Ne kadar tuhaf aslında, insan kendi kanından olan insanlardan sadece “biyolojik” oldukları için haberdar oluyor bir gün ve hayatı da hiç de alt üst olmuyor. Sadece biraz tökezliyor, ama emek ve sevgi son sözü söylüyor.  Tıpkı Cengiz Aytmatov’un o muhteşem eseri “Selvi Boylum, Al Yazmalım”’da olduğu gibi… Ya da İnek Şaban’dan hiç beklenmeyecek denli duygusal bir film olan “Garip” filminin sonundaki gibi..
Beni veren aileyi, biyolojik anne ve kardeşleri çocukluğumdan beri tanıyorum. Ama onları sadece uzaktan bir akraba olarak tanıttılar bana. Evimize gelip gittiler, biz onlara gittik. Ben 21 yaşıma dek etrafımda neler olup bittiğini tam da anlayabilmiş değildim. Şaka gibi, gülebilirsiniz ama öyle oldu. Sorular beliriyordu kafamda üstelik ara ara, anne ve babamın yaşı büyük, yüzüm gözüm biraz şu bizim eve gidip gelen insanlara benziyor, e bana da biraz değişik davranıyorlar falan filan… Ama hayatta ulaşmak istediğim hayallerle öylesine çok meşguldüm ki, daha fazla derinine inmedim hayatımın en azından iyi bir üniversiteyi kazanıp hayallerimi gerçekleştirene değin…Ailemdi yanımda gördüğüm kendimi bildim bileli, ve onlar beni, ben onları çok seviyordum ya onları, nasıl olduysam oldumdu.
Zor zamanlar geçse de bazen, aslında toplamda bütün öğrencilik yıllarım çok dolu dolu özgür bir birey olma çabasıyla geçti. Ailemden iyi bir terbiye aldığım konuşulurdu her veli toplantısında. Ve bütün öğretmenlerimin büyük umut bağladığı, yaramaz ve tembel çocuklara örnek gösterdiği, edebiyat öğretmenimin “can kızı”, matematikçimizin “akıllı kızıydım.” Bana bağlanan umutları boş çıkarmamak için var gücümle çalıştığımı biliyorum küçücük kasabada, tiyatro, voleybol, bisiklet derken… aslında hayatımın tümünü çalışmaya adadığımı biliyorum. Ve 17 yaşına geldiğimde, iyi bir Türkiye derecesiyle ODTÜ’yü kazandım. Dersanemizin ısrarıyla benim başarı fotoğrafım asıldı ilimizin ilçemizin yollarına okullarına. Bir ilkti bu sanki, herkes kutluyordu beni ve ailemi. Ama ben hala her şeyden habersizdim, melek gibi uçuyordum sadece hayallerim oluyordu bir bir. İsteyince başaramayacağım şeyin olmadığını görüyordum. Arkadaşlarımdan bazıları kıskançlık etse de aldırış etmedim. Ve ODTÜ’de yaşamaya başladım tek başıma, o yurttan o yurda geçti 7 senem (yüksek lisans ile birlikte) o cânım kampüste. ODTÜ’yü, doğayı, bisikleti ve insanları çok sevdim. Sosyal projelere koşturdum elimden geldiğince, ve hatta çok sevdiğim dayımı ziyarete Paris’e gittiğimde bile hep daha fazlasını gerçekleştirmek hissi ile doluydum hayatta insanlık için. Rengi dili, dini ne olursa olsun, çocuklar için çalışmalıyım dedim. İşte bundandır belki de mülteciler, sığınmacılar, göçmenler bana hep daha ilgi çekici geldi uluslararası ilişkiler derslerinde.
Her neyse, 21 yaşlarında üniversitede birinci sınıf bitiminde, o uzaktan akrabalar diye bildiğim insanlar,  ailemi rahatsız etmeye başlamışlar, benim imzalamam için bir kağıtla eve gelmişler. 4 yıl sonra gene geleceklerdi, babadan kalan miras hakkımı onlara bırakayım diye. O sıralarda annem tansiyon babam şeker hastası oluvermişti bir anda. Ben üzülüp de derslerimden kalmayayım diye ailem benden bu durumu gizlemiş ama evde tuhaf bir şeyler olduğunun farkındaydım. Beni 21 yaşından sonra, büyüdü paklandı, e üniversiteyi de kazandı, neden onların insiyatifine vermiyor ailem diye, o uzaktan akrabalar yani biyolojik ailem olmadık lafı söylemiş yaşlı anne ve babama. Ve bana tüm “gerçeği” söyleyecekleri gerekçesiyle tehditler savurmuşlar. Oysaki tam o sırada anlatsaydı annem her şeyi, ben onların böyle tehditlerine boyun eğmelerine izin vermeseydim keşke.
Ve bir gün, onların kastettiği o tüm “gerçekleri” öğrendim annemin ağzından tek tek. Ve neden bunca yıl beklediğini de şu sözlerle dile getirdi anne yüreği. “Bizi bırakıp gidersin diye korktuk kızım. Ama sen ne istersen yapmakta özgürsün. İnsan gibi olsalardı, onlarla zaten görüştürüyordum seni, ama onlar bizim verdiğimiz emekleri hiçe sayıp bize olmadık laflar ettiler.”
Ve sonrası, çok sevdiğim bisikletime atlayıp düştüm yola, 10 km kadar yol gitmişim evden, güneşe doğru. Ve dişi bir kaplan edasıyla “benim aileme kimse zarar veremez” dedim bağırarak.  O duygusal ve sakin kızdan, öyle öfkeli bir ses ilk defa işittim. Yani bütün öfkem “beni neden vermiş, neden dört çocuğa bakmış da bir beni vermiş” gibi bir şeyden ötürü değil de, aileme neden kötülük ettiler, bana emek ve sevgi veren bu iki güzel insana nasıl bunu reva görürler, utanmadan” diye oldu.
Ve işte onların planının aksine, ben her şeyi öğrendikten sonra daha çok bağlandım aileme, zaten çok severdim ama o andan itibaren daha da çok saygı duydum. Herkese anlatmasam da hikayemi, yakın dostlarım ve hocalarım bildi. Herkesin anlayabilmesi zordu zaten, ve ben de o günden sonra dostlarımı da, ileride kuracağım ailemi de ona göre seçecektim, beni gerçekten anlamasına. Hocalarımdan bazıları, her şeye aynı anda koşturuyor ve yetişiyor olmamla dalga geçip, Brezilya dizisi gibi hayatın dediler,  gülüştük J Ve “kendi kaderimi kendim yazacağım bundan sonra” dediğim an kadar cesurdum. Ben 1,5 yaşlarındayken haberim yokken değişen kaderime hep şükrederek. Senaryo çok güzel yazılmıştı çünkü. Başrolde ben vardım, ve çok şanslıydım manevi anlamda özellikle insan olmanın ne maddiyatla ne de ünvanlarla diplomalarla olamayacağını daha ergenlikte anlamıştım çünkü. Ve hayatım boyunca bencil ve maddi şeylere değer veren insanlardan uzaklaştım.
Ve o günden sonra, Ankara’da kimsesiz çocuklarla vakit geçirmeye çalıştım. Ama derslerimin ağırlığı ve kendi hayatımdaki olayları görünürde kolayca atlatsam da duygusal ağırlığnı hala taşımamdan ötürü, biraz ara verdim zaten onları gördükçe üzüldüğüm çocukların yanına gitmeye. Bu yardımımı biraz erteldim. En doğru zamanı bekledim. Soğukkanlı olarak onların yanında olabileceğime inanarak. Ve o gün bugündür.
Ama bir yandan da bu konuda bilgili insanlara ulaşmaya çalıştım. Okulda çok değer verdiğim bir hocamın tavsiyesiyle bir psikologla görüştüm. Ama o da dedi ki, sen zaten kararını vermişsin, ailene sevgin öyle belli ki, sizi üzen insanlar hiçbir şey başaramaz. Zaten aklı başında reşit de bir bireysin. Ve daha sonra onun da içinde bulunduğu “Evlat edinmek ve Evlat edinilmek” konulu seminerde konuşmacı olarak, iki saat içinde hiç nefes almadan konuştum kendi kendime konuşur gibi o seminerde… Ve şu anda burada bu hikayeyi paylaşmamda destek olan çok değerli hocamı işte o an tanıdım, ve tıpkı anne babam gibi güzel yürekli aileleri. Kendi hikayemden yola çıkarak, zorlukları olsa da, anne ve baba olmak isteyen insanların, bu isteklerine karşılık bulabileceklerini söylemeye çalıştım. Sevgi bağının kan bağından üstün olduğunu. Toplumuzda hala yadırganabilen bir durumken evlat edinmek ve edinilmek, bizim gibi güzel örneklerin olmasının bir umut olabileceğini düşünerek… Çünkü mahallemizde çocuk sahibi olmak isteyen ailelere de umut olmuş bizim hikayemiz. Bütün duygular karşılıklı aslında, evlatlar anne baba sevgisine doyuyor, anne ve babalar çocuk özlemini gideriyor.
Şimdi geriye dönüp baktığımda gururla taşıdığım bir kimliğim oluşmuş bu hayat hikayesinde. Masallardan daha gerçek. Akademisyen olmayı çok isterdim, bilimsel kitaplar yazmayı. Üniversite’de aydınlandığım zamanlar gibi, üniversitede kalmayı hep. Özgürce düşünceler üretmeyi, ve insanlık adına bir iz bırakabilmeyi. Bunun için yolun yarısındayım. Ama hayat bu başaramazsam da ülkemde bilgi ve tecrübelerimle faydalı olacağım bir kurumda çalışmayı çok isterdim. Çünkü gerçekten kaybolmayı istemiyorum yaşam içinde ve bir gün çok iyi işler yapmayı ümit ediyorum. Bu yolculuğumda hep iyi, doğru, güzel şeyleri yaşayacak ve yaşatacak olduğuma inancım tam çünkü...
Çocukken bahçemizde annelerinin bırakıp gittiği avucumuzu bile doldurmayan kedi yavrularına annelik yapardık ya hani annemle birlikte, işte bu yüzden çok önemlidir kediler benim için. Annelik duygusunu en önce onlarla öğrendim. Ve onlarla da aynı olmuş kaderim, beni de bu bahçede annem büyüttü, tıpkı onları da hala hiç bıkmadan usanmadan büyüttüğü gibi.

Masalımız burada bitmiyor elbette ama burada yazamayacağım kadar çirkin şeyleri yaşatan, üzen biyolojik anneme ve çocuklarına ise sadece teşekkürlerimi sunuyorum, beni verdikleri ve gerçek niyetlerini ortaya koydukları için. Nefret dahi edemiyor insan. Ama şu bir gerçek ki, sevgi, iyilik ve emek. Ve benim için aslolan insanlık ve yürek. Daha onlarca duygu çıkabilir geriye, kızgınlık, kırgınlık, öfke… Bunların hepsi geçiyor. Kareler doluyor zamanla, ve önemli olmuyor doğum günleriniz dahi. Benim için en önemlisi, her şeyin çabucak gelip geçtiği bir hayatta geçmişe takılı kalmadan önümüze bakmak ve umut olabilmektir, bütün çocuklar benim kadar şanslı olsun diye….