Akademik Çalışmalar Neden Korunmaya Muhtaç Çocukları
Açıklamada Yetersizdir?
Korunmaya muhtaç çocuklar hakkında yapılan akademik
çalışmaların, özellikle onların duygusal yaşamlarını anlamaya yönelik ayağının
hep eksik kaldığını düşündüm, çünkü akademik ve objektif olma isteği ve
alınacak eleştirilerden duyulan korku, birçok akademisyenin elini ayağını
bağlamaktadır. Üstelik çalışmalar genelde betimleyici olup, nedensel olmaktan
da uzaktır.
Yüksek lisans tezimi bu çocuklar üzerine yaparken
çektiğim en büyük sıkıntı, bilimsel çerçevede kalma zorunluluğu, duygulara ve
yorumlara yer vermemem gerekliliğiydi. Bu durum beni oldukça zor durumda
bırakmıştı ve ilk başlarda oldukça yoğun duygularla yazılmış tezim, en nihayeti
kupkuru istatistiklere dönüşmüştü. Ama benim tez yaparken asıl amacım bu
değildi ki. Bugün söyleyebileceğim ise, bu çocuklarla çalışmanın asla duygular
işe katılmaksızın mümkün olamayacağıdır. Şimdi ise yazmaya niyetlendiğim kitaba
başlayarak, o amaca biraz daha yaklaştım diye düşünüyorum. Buradaki yazılar,
yazmaya başlamış olduğum kitaptan bazı alıntılardır.
Çocukların yaşadıkları kurumların şartlarını
anlatırken, hiçbir kurumu ya da kişiyi eleştirmek hedefi gütmedim, en azından
birçoğunun ne kadar zor şartlarda özveri ile çalıştıklarını gördüm, kurum
isimlerini de bu nedenle vermedim. Ama çocukların iyi ellere de emanet
olabileceğini göstererek bana umut veren, gördüğüm en iyi kurum müdürlerinden
olan İsmet Galip Yolcuoğlu na teşekkür etmeden geçemeyeceğim. Kurumlar arası
farkı, asıl çalışmalarımı yaptığım kurumda daha olumlu şartlarla karşılaşınca
daha iyi gözlemleyebildim. Anlatacağım şartlar, başka kurumlarda daha iyi ya da
kötü olabilir, ama değişmez olanın, çocukların duygusu ve yaşadıkları olduğunu
düşünmekteyim.
Okuyacaklarınız, akademik amaçla yazılmamıştır, ama
bir psikoloğun gözünden bu çocuklar anlatıldığı için, en çok psikologlara,
sosyal çalışmacılara ve öğretmenlere yararı olacaktır. Bunun dışında bu
çocukların dünyasına girmek isteyenlere bir ışık; onlarla gönüllü çalışmak,
koruyucu aile olmak ya da evlatlık almak isteyen kişilere de yol gösterici
olabilir.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında Ziyaretçiler Sorunu:
İlk gün kapıdan girer girmez, bir yığın çocuk sardı
çevremi. Onlara gülümsedim ama onlar bana ne getirdiğimi sordular, bir yandan
çantamı çekiştiriyorlar ve içindekilere bakmak istiyorlardı. Bu alışkanlığın
nasıl doğduğunu sonraki gözlemlerimde gayet iyi anladım.
Kurumlar, vicdanlarını hafifletmek isteyen bazı iyi
niyetli (!) sivillere kapılarını açıyor, onlar da gelip bu çocuklara yaş,
hastalık v.b şeyleri sormadan, çikolata, bisküvi türü yiyecekler, bazen de
giyecek dağıtıyorlardı. Çocuklar kuş sürüsü gibi etraflarında toplanıyor,
yiyecekleri kapışıyor, kıyafetler kendi yaşlarına ve bedenlerine uygun olsun
olmasın, yağmalanıyordu. Çocuklar itişip, kavga ediyorlar; arada yalvarmalar ve
dağıtılanı alamayan çocukların, diğer çocuklara kendileri için değer taşıyan
bazı şeyleri rüşvet olarak teklif ettiği duyuluyordu. Bu bazen de öğretmenlere
söylenmemesi gereken bir sırrın korunması şeklinde bir şantaj halini de
alabiliyordu.
1. Vicdanlarını Rahatlatmaya Gelenler:
Bir gün kürk mantolu bir kadın, yanında şoförü ile
giyecek ve yiyecek dağıtmaya geldi, içlerinde oyuncak da vardı sanırım. Yüzünde
bir tebessüm, çocuklara hediyesini vermeden önce adlarını soruyor, söyleyene
kadar hediyeyi elleri arasında tutuyordu, ama çocuklar onunla
ilgilenmiyorlardı, amaçları sadece dağıtılacak olandan iyi bir pay almaktı,
bunu aceleyle cevap vermelerinden ve hediyeyi almak için sabırsızlıkla kalkan
ellerinden anlamak mümkündü. Çocuklardan biri, o gün tatlı dili sayesinde
kendisine düşen üç çikolatayı birden yedi. O bayan, yemek saatinden önce kendi
çocuğunun bunları yemesine izin verir miydi zannetmem. Ama onun bu tavrında, bu
çocukların çikolata bulamadıklarına dair inanç ve tuhaf bir şekilde iyilik
yapma isteği etkili oluyordu sanırım. Çocukları dilenmeye ve sürekli istemeye
alıştırıyorlardı.
Aslında bu tür ziyaretçilerle sonradan konuştuğumda
anladım ki ya kendileri çok fakirlik çekmişlerdir, yani biz çikolata yiyemedik
ya da ayakkabısız gezerdik diyen kişilerden oluşurlar ya da normalde
varlıklı olup, başlarının gözlerinin sadakası için bunları dağıtırlar.
Burada bahsedilen kurumla, ileriki sayfalarda
anlatılacak olan ve uzun süreli çalışmalarımı yaptığım kurumlar farklıdır.
2. Kayıplarını Doldurmaya Gelenler:
İkinci tür ziyaretçiler ise daha yaralayıcıydı. Bu
kişiler kendi yaşamlarındaki bir kaybı doldurmaya gelir, gittiklerinde ise daha
büyük yaralar açarlar, kendi yaraları ise kısmen kapanmış olur.
Yeni boşananlar, çocuğunu kaybeden kadınlar, çocukları
tarafından istenmeyen ya da onlarla arası açık olduğundan torunlarının yüzünü
göremeyen orta yaşlı kadınlar? Çocuklar hayatlarını anlatırken ağlarlar, vah
zavallı yavrum diye başlarını okşarlar, çocuklara büyük bir şefkatle
yanaşırlar, kendilerini iyi hissettiklerinde ise o çocuğun kendilerine ne denli
bağlandığını düşünmeden ve çocuğa hiçbir açıklama yapmaksızın çeker giderler.
Oysa çocuk ya acısını kanıksamıştır ya da kurumdaki bir öğretmenin ya da sosyal
çalışmacının, hayatının çok kötü olmadığına dair onu inandırması ile
oluşturduğu özgüveni bir anda silinip gider. Çocuk kendi gözünde acınacak ve
korunmasız bir varlıktır artık. Yani çocuk onları onarmıştır, birine iyilik
yaptığı düşüncesi ve karşılığında gördüğü minnet, onları tedavi etmiştir. Ya geride
kalanlar?
3. Gözlem ya da Denetleme Amacıyla Gelenler:
Üçüncü tür ziyaretçi ise, sivil toplum kuruluşlarından
gözlem amacıyla ya da üst mercilerden denetleme amacıyla gelenlerdir. Bazen
daha da üst kademelerden birisi yanında medya ordusuyla gelir, ya ilgilendiğini
göstermek ya da teftiş amacıyla. Ama ilgisi çatık kaşlarıyla, parmaklarını toz
bulma amaçlı oraya buraya sürtmekten ya da örümcek ağlarının alınması için
azarlarcasına müdürü uyarmaktan öteye gitmez. Çocuklara olan ilgisi ise direk
seni dövüyorlar mı? diye sormak şeklindedir.
4. Medyadan Gelenler:
Meraklı ve haber peşinde muhabirler ise çocuklara
hayatlarını zorla anlattırır. Çocuğun kendini koruma ve mahremiyet isteğini,
çekingenlik olarak değerlendirir ve zorla ağzından laf almaya başlar, çocuk
içinse o an, duyarlı bir göz tarafından görülmesi kolay bir işkencedir.
Çocuk büzülür, koltuğa yapışır, başını önüne eğer.
Muhabir ya da dernek temsilcisi, öğretmene öyle bir bakar ki zavallı öğretmen
de çocukta ters giden bir şey olmadığını göstermek için çocuğu zorlar ya da
herkesin önünde çocuğun o acıklı hikayesini, bilmem kaçıncı kez, rapor
verircesine hızlı ve sansürlemeden anlatır işte bunun annesi terk etmiş, bir
adamla kaçmış, ailesinden de kimse bakmak istememiş v.b. Bazen çok gizli bir
bilgi varsa, örneğin çocuk tecavüze uğramışsa, sesi daha kısılır ve anlatıya
kaş göz işaretleri eşlik eder. Muhabir de bir anlıyorum havasında yapay
bir üzüntüyle başını sallar, sonra ilgisi hemen diğer bir çocuğa kayar, çünkü
amaç daha çok haber toplamaktır.
Hatta bir gün, haftalık bir dergi için yazı dizisi
hazırlayan kadın muhabirin, çocuğa ?buraya nasıl düştün?? diye sorduğunu
hatırlıyorum. Sonra üzerine düşündüğümde, bu sorunun aslında kurumlarla ilgili
toplumsal bilinci de iyi gösterdiğini anladım. Evet, kurumlar esirgeme amaçlı
olsalar bile düşülecek yerlerdir.
Kurumların Ziyaretçi Problemine Bakış Açısı:
Bu konuyu kurumdaki sosyal çalışmacı (450 çocuğa bir
sosyal çalışmacı düşüyordu) ve müdür ile konuştum, aslında kurumlar da kendi
açılarından haklılardı. O dönemde TV de ardı ardına, kurumlarda çocuklara
yapılan kötü muamele ve kötü fiziksel şartlar halkında yayınlar yapılıyor,
kurumlar da bu suçlamalardan canları bezmiş bir şekilde, burada sakladığımız
bir şey yok dercesine her türden insanın gelmesine ve çocuklarla konuşmalarına,
TV kanallarının röportajlarına müsaade ediyordu.
Yiyecek ve giyeceklerin hiç de uygun olmayan şekilde
böyle fütursuzca dağıtılması ise, kurumun bunları kendine saklamadığı ya da
personelin çocukları tarafından kullanılmadığına ispat niteliği taşıyordu.
Çünkü bu karmaşadan yararlanan bazı çocuklar, öğretmenleri onlara herhangi bir
sebepten dolayı ceza vermek istediklerinde çağırırım X programından
televizyoncuları, derim ki bana tecavüz etti gibi öğretmenlerin kanını donduran
tehditlerde bulunabiliyorlardı.
Kurumların gerekli merciler tarafından yeterince
denetlenmemesi nedeniyle bu denetlemenin kamuoyunun iradesine bırakılması böyle
karmaşık sonuçlara; halkın kurumlara güvensizliği ise kurumların otoritesini
yitirmesine neden oluyordu.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında Anne problemi:
Kurumda onlara bakan bakıcılara anne
dedirtiliyordu. Yani yemeklerini veren, çocuk küçükse yediren, altını
değiştiren, özbakımını yaptıran, çocuk büyükse odasının temizliğinden sorumlu
kişi. Anne bu mudur? diye sormadan edemiyor insan. Ben bunun halen çok yanlış
bir uygulama olduğunu düşünüyorum.
Annelerin hemen hepsi eğitimsiz, bu önemli değil ama
en başta şefkatsiz. Üstelik -dürüst olalım- onları genelde sevmeyen, bu işi
para aldığı için yapan, çoğunlukla sert disipline sahip, fiziksel şiddet ve
sözel hakaret kullanabilen, düşük ücretlerde ve zor koşularda kendi ailelerini
geçindirmek için çalışan bu kadınların da onların annesi olmayı istediklerini
hala zannetmiyorum. Vardiya usulüyle çalışıldığı için çocuğun bir çok annesi
olması ya da çalışan işten ayrıldığında annenin değişmesi de cabası. Yani bir
çocuğun kurumda kaldığı süre boyunca 10-15 annesi olması mümkün.
Oysa, çocukların öğretmenleri içinde, bu kelimeyi
gerçekten hak eden bir sürü öğretmen ve birkaç müdür gördüm. Kız Yetiştirme
Yurdunda çocukların büyük bir saygı duydukları, yaptıkları hatayı ondan ceza
görecekleri için değil, gözünden düşmek istemedikleri için saklamaya
çalıştıkları kurum müdürlerine kendiliklerinden müdür baba demeleri,
bakıcılarına zorla anne demelerinden kat be kat daha değerliydi. Birçok çocuk
kendi annelerine de sahipken, anne gibi önemli bir sözcüğün böylesine içinin
boşaltılması, her iki taraf için de bir değeri olmayan hale getirilmesi ne acı.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında Yiyecekler:
Aslında kurumun fiziksel şartlarının (en azından
yiyecek giyecek kısmının) bazı bakımlardan ne kadar iyi olduğunu sonradan
hayretle gördüm. Bir kere çocuklar, bağışlanan kurbanlardan dolayı hemen her
gün istisnasız et yiyorlardı. Bağışlayan kişi, kurbanın müdüriyetin özel
kasasına girmediğinden emin olmak için, bazen yemeğe eşlik ederdi. Çocuklar et
yemekten sıkıldıklarında, anne azarlayıcı bir ses tonuyla ben evde çocuklarım
için bulamıyorum, her gün et geliyor daha ne? türünden söylenirdi, ama etin, bu
çocuklar için fazladan bir değeri yoktu.
Paradoks olarak, ergenlik öncesi çocukların büyük
kısmında yemeği yağmalama vardı. Yağmalama diyorum, çünkü herkese yetecek olan
ya da sayıyla gelen ve onun da hakkına mutlaka düşecek bir yiyecek (örneğin tatlı
diyelim), yemeğin başından çocuk tarafından tabağın kenarına konuluyor, oldukça
hızlı yeniyor ve yemek boyunca diğer çocuğa daha fazla konup konmadığını ya da
artan yemekten kendi payına yeniden düşme ihtimalini gözlüyor. Hep bir aç kalma
korkusuyla, kıtlıktan çıkmışçasına yemek... Belki de ziyaretçileri, bu
çocukların zor şartlarda yaşadıklarına inandıran şey, bu gözlemleri oluyordu.
Ama ruhsal açlık, fiziksel açlıktan çok daha başka bir şeydir ve asla
doymaz.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında Kıyafetler:
Kıyafetler kurumun kendi bütçesinden, bazen de sponsor
olan büyük firmalardan geliyordu, ya da kendi çapında yardım etmek isteyen ve
isim vermeyen konfeksiyonlardan? Ama gelen malzemelerde eşitlik yaratma isteği,
çocuklarda farklı bir duyguya yol açıyordu. Özel olamama. Hiçbir zaman, sadece
kendilerinde varolan bir şeyleri yoktu, her şeyin aynısı bir diğerinde de
vardı. Kurumların haklı olarak her çocuğa adalet isteği ile gelen, bazen farklı
renk ve stilde de olsa, mecburen en az 10 çocukta da benzeri olan kıyafetler...
Bir hapishane forması ya da askeriye gibi tek tip ve aynı? Bu nedenle koruyucu
ailesi olan veya akrabaları tarafından kendisine özel bir kıyafet alınan çocuk,
arkadaşlarını kıskandırıyor ve büyük sükse yapıyordu. Daha büyük çocuklara
aylık harçlık veriliyordu ve eğer kendi paralarıyla almışlarsa, bir giysinin
kaybolması ya da izinsiz giyilmesi, özellikle kızlar arasında fiziksel şiddetle
sonuçlanan bir kavgaya yol açıyordu. Mahremiyeti, özel olanı ve kendine ait
olanı koruma isteği ile?
Giyecek vardı olmasına, ama özellikle ergenlik öncesi
çocukların onları nasıl kullandığı ya da kullanmadıkları önemli bir sorundu.
Çocukların birçoğu, anneleri onları uyarmalarına rağmen, bahçeye yaz kış
demeden çorapsız ve ayakkabısız çıkıyorlar; bazen elbiseler nasıl olduğu
anlaşılamayan şekilde yırtılıyor, pisleniyor, temizini giyme hakları ve
şansları olduğu halde yırtık ve pis kıyafetleri çıkarmamakta
direniyorlardı.
Bunu görünce aklıma, lisans yıllarında Cerrahpaşa Tıp
Fakültesi nde bizlere kendisinden Adli Psikiyatri dersi alma şansı tanınan,
değerli hocalardan Sn. Prof. Dr. Adnan Ziyalar ın anlattığı ve bizzat yaşadığı
bir hikaye geldi: Bir yılbaşı gecesi, karlar altında yarı çıplak bir şeklide
debelenen bir evsiz görmüş. Sokaktakilere para vermek, âdeti olmadığı halde
adama o kadar acımış ki, o zaman için epey bir para olacak bir tomar kağıt
parayı, adamın yanına bırakmış. Adam paraları görünce hırsla kalkmış ve paraları
hocanın suratına fırlatarak şöyle demiş: Dilenciye, dilenci gibi para verilir.
Yani ne kadar paramız ya da kıyafetimiz olduğu önemli
değildir, önemli olan kişilerin kendilerini nasıl hissettikleri ve
dışarıdakilere ne mesaj vermek istedikleridir. Çocuklar kapıda böyle sefilce
dolaşırken de aynı mesajı veriyorlar: Biz yeterince bakılmıyoruz. İstediğimiz
şey yok, yani sevgi yok ve dış görünüşümüz de iç dünyamıza uygunluk arz ediyor.
Çocuk Esirgeme Kurumlarında Temizlik ve Banyo:
Kurumda dolaşırken ise çoğunlukla nefesimi tutuyordum.
Yaşı büyük bir çok çocuk, sürekli sıcak su ve banyo imkanı olduğu halde banyo
yapmıyordu. Temiz giyinseler bile kişisel temizlikleri eksikti. Koridorlar ve
odalar, öğretmen ve annelerin tüm uyarılarına rağmen kokuyordu. Bunların, yine
çocukların içinde bulundukları ruhsal durumla ilgili olduğunu söylemek gerekir.
Küçük çocukların banyo saati ise, her iki taraf için de bir eziyetti. Hep bir
itiş kakış, ağlayış ve bağırma havasında geçiyordu. Tek bir anne 15-20 çocuğu
yıkamak zorundaydı. Çocuklar da sıralarını beklemek ve istemedikleri bu eyleme
katılmak?
Kız Yetiştirme Yurdunda Evlilik:
Zaten Yetiştirme Yurdunda her gün bir olay olurdu,
başkalarına tuhaf gelecek olaylar kurumda en azından haftada bir yaşanırdı. Her
hafta birisi intihar girişiminde bulunur, birisi kaybolurdu. Kızların birçoğu
fuhuşa değil ama kendini anlayan ve evleneceğini düşündüğü bir çocuğun yanına
kaçardı. Kaçtığı çocuk, ya kız yüzünden polislerle başının derde gireceğini
bildiği için ya da gerçekten koruduğu için midir bilinmez, genelde kuruma geri
gitmesini söylerdi -en azından kızlar böyle söylüyordu- .
Kurumdan ayrılma yaşı gelmiş çocuklar için, gelecek o
kadar endişe vericiydi ki onu sevecek birisiyle evlenmek, birçoğu için
hayatlarının tek amacıydı denebilir. Çocuk kurumdan yeni ayrılmışsa ya da
evleneceği zaman hala kurumdaysa, evlendirme ile ilgili işlemlerle ilgilenmeyi
ve masrafları kurum üstlenirdi.
Damat adayları genelde işsiz güçsüz çocuklardı,
yönetimdekilerin onay verebilecekleri hiçbir yanları yoktu. 17-18 yaşlarında,
askerliklerini yapmamış, eğitimsiz, işleri olmayan ve nasıl geçinecekleri
belirsiz, genelde erkeğin ailesinin yanında oturulacağı belli bir evlilik
hayatı...
Ama seçeneklere bakıldığında, zaten birçoğunun ailesi
olmadığı için ordaydı. Aileleri olanların da evlerinde gidilecek bir yuva
ortamı olsa devlet bu çocukları koruma altına almaz ya da aileleri onları
bırakmazdı. Hemen hepsi mesleksizdi. Liseyi doğru düzgün okuyan ve üniversite
sınavlarına girerek en iyimser ihtimalle burs kazanarak kendini bir yurda
atacak öğrencilerin sayısı parmakla gösterilecek kadar azdı.
Evet 18 yaşına bir kız çocuğu kurumdan ayrıldıktan
sonra sokakta ne yapar? Fuhuşa ya da suça sürüklenir ya da en azından
evliliğinin başlarında kendisini seveceğini bildiği biriyle iyi kötü bir aile
kurar. Tabi ki kurum ikincisini seçiyordu. Düğün, gelinlik, nikah ve çeyiz
masrafları kurumun bütçesinden karşılanıyordu. Kurumda oldukça güvenilen bir
kız çocuğu için, araya bağlantılar konularak, bir hayırseverden çok ucuza
eşyalı ev kiralandığını bile hatırlıyorum. Parası olmayan işsiz güçsüz damat
adayı için de böyle bir evlilik karlı oluyordu tabi. Kızı istemeye ne damatın
ailesinden biri geliyordu, ne de çiçek ve çikolata. Kendisi bir buluşma sonrası
kurumdakilerle tanışmaya geliyordu. Kız onu elinden tutup işte evleneceğim adam
diyordu, bu teklife aslen emrivaki de denebilirdi. Yoksa, bazen itiraz
edildiğinde olduğu gibi kaçarım tehditleri başlardı. Damat, eğer biraz eli yüzü
düzgün, biraz da iki kelimeyi bir araya getirebilen biriyse, uygun bir aday
olarak evlenmelerine izin veriliyordu. Başka ne yapılabilirdi ki zaten?
Belirtilmesi gereken bir nokta, evliliğin bu kızlar
için sadece bir kaçış olmadığıdır. Kendilerine yönelmiş birazcık ilgi kırıntısı
buldukları hemen herkese karşı, korkunç bir bağlılık ve aşk
geliştirebilirlerdi. Bunun örneklerini defalarca gördüm. İntiharlar bu nedenle
sık olurdu ve çocuk ya da adam onlara ne kadar kötü davranırsa davransın,
bağlanır ve kopamazlardı. Birçoğu, asla kendi çocuklarını dövmeyeceklerine ve
kurumlara bırakmayacaklarına yeminliydiler ama bu psikolojik ve fiziksel
şartlara sahip bir ortamda yetişen birçoğunun geleceğini tahmin etmek hiç de
zor değildi. Eğitimsizlik, parasızlık, eşin işsizliğine erken yaşta evlenme de
eklenince nasıl bir evliliğe doğru gidecekleri açıktı.
Birçoğu doğum kontrolünü istemiyor, evlenir evlenmez
çocuk sahibi olmak istiyordu. Gerekçeleri ise, çocuklarına bir an önce
kavuşarak, hak ettikleri sevgiyi vermekti. Ama şiddete ve intihara eğilimli,
geçmişlerinde çözülmemiş korkunç travmalar bulunan, eğitimsiz ve işsiz bu genç
kadınlardan bir süre sonra nasıl anneler olmaları beklenirdi ki? Tamamıyla iyi
olduğuna yürekten inandığım niyetlerine ve çocuklarına iyi anne olacaklarına
verdikleri andlara rağmen... Muhakkak ki istisnalar vardır. Kurumda çalışanlar
bunlara şahit olmuş, mutlu haberlerini almışlardır, ama ben maalesef
çoğunluktan ve gördüklerimden bahsediyorum.
Kaynak:
http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=54694
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder