31 Temmuz 2014 Perşembe

Yetiştirme Yurtlarının Kapatılmasına ilişkin On Prensip

Çocukların kurumlarda bakılması modelinden topluma dayalı bakım modeline geçiş konusundaki en iyi uygulamalar dikkate alınarak Başkanlığı Lumos tarafından yapılan bir AB geçici grubunca bir dizi Ortak Temel Prensip belirlenmiştir.

1. Çocukların haklarına saygı gösterilmesi ve karar alma süreçlerine dahil edilmeleri: Çocuklar (ve aileleri) geçiş sürecinde tamamen paydaş olarak yer almalıdırlar. Çocuklar (ve aileleri), aldıkları toplumsal hizmetlerin geliştirilmesinde, bu hizmetlerin verilmesinde ve değerlendirilmesinde aktif olarak yer almalı ve bu hususlarda fikirlerine başvurulmalıdır.  Çocuklara gerekli bilgiler yaşlarına uygun düzeyde anlayabilecekleri şekilde verilmelidir. Gerek duyulduğu takdirde çocuklar, yine çocukların kendi seçtikleri bir birey aracılığıyla karar alma aşamasında desteklenmelidir. Her bir bireyin kendine özel ihtiyaç ve gereksinimlerine saygı gösterilmelidir. Çocukların yerleştirilmesi, çocuğun en fazla yararına olacak şekilde gerçekleştirilmelidir.

2. Yetiştirme yurtlarının önünün alınması: Çocukların yetiştirme yurtlarına yerleştirilmesinin önlenmesi için gerekli adımlar atılmalıdır. Ailelerin ve çocukların yetiştirilmesinden sorumlu resmi görevlilerin desteklenmesi ve aynı zamanda toplumların kapsayıcı kapasitelerinin geliştirilmesi için bütünsel yaklaşımlara ihtiyaç duyulmaktadır.

3. Topluma dayalı hizmetlerin oluşturulması: Yetiştirme yurtlarının yerini almak üzere toplumda yararlanılmaya hazır ve düşük maliyetli kaliteli bir dizi hizmetlerin oluşturulması gereklidir.  Söz konusu hizmetler, öncelikle bu hizmetlerden yararlanacak kişilerin ihtiyaç ve kişisel tercihleri dikkate alınarak planlanmalı ve aile ve çocukların yetiştirilmesinden sorumlu resmi olmayan görevliler açısından destekleyici nitelikte olmalıdır.  Topluma dayalı bu hizmetlerin amacı, yetiştirme yurtlarına yeni çocukların alınmasını önlemek, halihazırda yetiştirme yurtlarında bulunan çocukların yerleştirilmelerini sağlamak ve aynı zamanda toplumu oluşturan ancak yeterli desteğe sahip olmayan insanlara (ve ailelerine) fayda sağlamaktır.

4. Yetiştirme yurtlarının kapatılması: Bu süreç, mümkün olduğu takdirde, pilot projelerle başlatılmalıdır. Planlama, her bir çocuk için ayrı bir planının hazırlanmasını ve toplumda çalışma arzusunda olan personelin eğitim gereksinimlerinin değerlendirilmesini içermelidir. Yaşam alanlarının değiştirilmesinden kaynaklanabilecek travma riskini asgariye düşürmek için her bir çocuk için gerekli hazırlık yapılmalıdır. Yetiştirme yurtları, bu kurumlarda uygun olmayan koşullarda bakılmaya devam eden çocuklar kalmayacak şekilde kapatılmalıdır. Özel desteğe ihtiyaç duyan çocuklara öncelik verilmelidir (örneğin, bebekler, engelli çocuklar ile kötü fiziksel koşullara sahip kurumlarda ve/veya istismar görülen kurumlarda kalan çocuklar gibi).

5. Yetiştirme yurtlarına yapılması düşünülen  yatırımların kısıtlanması:   Yetiştirme yurtlarının kapatılarak topluma dayalı bakıma geçiş süreci genel olarak uzun yıllar sürer.  Bu süreç sırasında, birçok çocuk uygun olmayan veya sağlıksız koşullarda yaşamak zorunda kalır. Bu nedenle, mevcut yetiştirme yurtlarında bazı yenileme çalışmalarına gerek duyulabilir. Ancak, söz konusu yenileme çalışmaları sınırlı düzeyde yatırımla gerçekleştirilmelidir.    Binalara yapılacak ciddi yatırımlar söz konusu kurumların daha sonra kapatılmalarını güçleştirecektir.

6. İnsan kaynaklarının geliştirilmesi: Ortaklığı, kucaklayıcı davranışları ve disiplinler arası yaklaşımı esas alan, topluma dayalı bakım için uygun yeteneklere sahip yeterli sayıda ve iyi eğitimli personele sahip olunması hayati derecede öneme sahiptir.  Bu nedenle, evvelce yetiştirme yurtlarında görev yapmış personelin yeniden eğitime tabi tutulması ve niteliklerinin geliştirilmesi gerekli olabilir. Toplumda çalışmak için eğitime tabi tutulabilecek söz konusu personelin de yeniden yerleştirilmesinin sağlanması, reform sürecinde karşılaşılabilecek direnci de azaltacaktır. Söz konusu hizmetlerden yararlanacak çocukların temsilcilerinin bahsekonu eğitimlerde eğitmen olarak görev alması tercih edilmektedir. Aynı zamanda koruyucu aile olacakların da bakım hizmetlerinin kalitesinin geliştirilmesini amaçlayan eğitim programlarına iştirak etmeleri sağlanmalıdır.

7. Kaynakların verimli kullanılması: Yetiştirme yurtlarına dayalı bakım sistemi bütçe, bina ve malzemeler için ciddi bir kaynak ihtiyacını beraberinde getirmektedir. Mümkün olduğu kadarınca ve çocukların yararına olacak şekilde, söz konusu kaynaklar mevcut yetiştirme yurtlarında yeni hizmetlere aktarılmalıdır.  Mevcut kaynakların yeniden kullanılması, reform sürecinin maliyetinin düşük tutulabilmesini ve  daha fazla sürdürülebilir olmasını sağlayacaktır. Geçiş sürecinde, yetiştirme yurtlarında karşılanmakta olan masraflara ilişkin bütçe, toplum içerisinde gerek duyulan hizmetlere ait masrafların karşılanmasına aktarılabilir, örneğin az sayıda çocuğun bakılacağı evlere veya aile destek merkezlerine; kimi zaman, mevcut sistemde kullanılmakta olan binalar diğer amaçlara yönelik olarak yeniden kullanılabilir (ulaşımı kolay olması ve iyi koşullara sahip olması halinde).

8. Kalite kontrolü:  Kalite kontrol sistemleri, tamamen çocukların memnuniyeti esas alınarak, gerek geçiş sürecinde gerekse ortaya çıkan hizmetler açısından geçerlidir. Kalitenin izlenmesinde, çocukların, ailelerinin ve temsilcileri olan kuruluşların yer alması büyük öneme sahiptir.

9. Bütünsel yaklaşım: Yetiştirme yurtlarından topluma dayalı bakıma geçişle ilgili konular, istihdam, eğitim, sağlık, sosyal politikalar ve diğer hususlar gibi tüm geçerli politika alanları gözönünde bulundurularak ele alınmalıdır. Böyle bir bütünsel yaklaşım, farklı devlet kurumları arasında koordinasyon ve tutarlılık gerektirirken, aynı zamanda çocukluktan ergenliğe ve yetişkinliğe geçiş açısından da süreklilik göstermelidir.

10. Bilinçlendirme faaliyetlerinin sürekli olarak gerçekleştirilmesi: Yetiştirme yurtlarından topluma dayalı bakıma dönüşüm sürecinin önemli profesyonel kuruluşlarca desteklenebilmesi için, söz konusu kuruluşların halihazırdaki ve gelecekteki üyeleri ve aynı zamanda daha geniş bakıldığında topluma aktaracakları değerler açısından birtakım destekleyici çalışmaların yapılmasına ihtiyaç duyulmaktadır. Eş zamanlı olarak, istenen değerler dikkate alınarak tutumlarında tutarlılık sağlanabilmesi için profesyonel olmayan karar alıcılar ile kanaat önderleri ve halkın bilinç düzeyinin arttırılması gereklidir. Topluma dayalı bakım hizmetlerinin verileceği toplumlarda kucaklayıcı tutumun geliştirilebilmesi için özel dikkat gereklidir.

(Bu yazı, Koruyucu Aile, Evlat Edinme Derneği ve Hayat Sende Gençlik Akademisi Derneği Gönüllüsü Caner Can tarafından Lumos Vakfının sitesinden çevrilmiştir. Orjinal metne bu bağlantıdan ulaşılabilir. http://wearelumos.org/stories/ten-principles-deinstitutionalisation)



15 Temmuz 2014 Salı

ÇOCUKLARIN SESİ



Çocukların avuçlarında günlerimiz sıra bekler,
Günlerimiz tohumlardır avuçlarında çocukların,
Çocukların avuçlarında yeşerecekler.


Nazım HİKMET
Koruyucu ailemle olan ilişkimiz pamuk ipliğine bağlı görünse de aslında halat gibi güçlü bir bağ.
Koruyucu annem yaşlandı. Onu kaybedersem diye çok korkuyorum. Allah’a, benden ömür alsın ona versin diye hep dua ediyorum.


Varolmak istiyorum. Normal çocuklar gibi olmak istiyorum. Garip değilim. İlkel değilim. Sizlerden biriyim.
Yuvadan geldiğimde babam çatal istediğinde buzdolabına gidiyormuşum.


4 yaşında yuvadayken terliklerim karışmasın diye adımın başharfini yazmıştım. “Soyadını da yazsana” dediklerinde, çok şaştım. Soyadımı bilmiyordum ki…


Anne beni nerede doğurdun?
Seni doğurmadım ama büyüten ve seven bir anneyim.

Anne ben nerede doğdum?
Ankara’da doğdun.

Doğumumu kim kutladı?- Herhalde bana “İyi ki doğdun” diyen  olmadı.
Ailemize katıldığın gün biz doğumunu kutladık ve iyi ki doğmuşsun deyip, seni doğuran anne ve babana teşekkür ettik.

Meme emdim mi? Nasıl emiyordum?
Çocuk doğurmadığım için sütüm yoktu. Onun için meme  emmedin ama mama ile beslendin. Öyle tatlıydın ve öyle iştahlıydınki doymak bilmiyordun. Tosun gibiydin. Herkes bayılırdı sana.
Süt iç ki büyüyesin diyoruz.
Beni önceden alsaydınız ben daha çok büyürdüm diyor.

Anne ben kaç yaşında konuştum?
1.5 yaşında konuştun.

Anne ben sizi bırakıp gitsem yeni bir çocuk alır mısınız?
Hayır, biz seni seviyoruz. Biz bir aileyiz.

Anne beni psikoloğa götürüyorsunuz, ben deli miyim?
Hayır sen deli değilsin. Biz psikologdan hem kendimiz hem de seninle   ilgili danışmanlık alıyoruz. Sen de sorunlarınla sağlıklı yoldan başetmesini öğreniyorsun. Hatırlıyor musun, birisi sana “Evlatlık mısın?” diye sorunca “Ben bu ailenin biricik sevgili evladıyım teyzeciğim” diye kadını utandırmıştın hatırlıyor musun?

Siz beni para ile mi satın aldınız? Bana para karşılığı mı   bakıyorsunuz?
Biz seni ailemizle, yaşamımızla birleştirdik, seni seviyoruz. Devletten aldığımız para ile senin ihtiyaçlarını karşılıyor, bir kısmını bankaya yatırarak geleceğin için saklıyoruz.

Anne ben sana bir şey söyleyeceğim.
Söyle oğlum.

Ben büyüyünce gidip önceki annemi görmek istiyorum.
Olur oğlum. Ben de seninle gelirim.

Ben evlatlık mıyım?
Ne fark eder ki sen benim evladımsın.

Fok balıkları gibi çocuklar da fırt diye mi doğuyor?”




Merak – Biyolojik ailemin görünüşü nasıl? Biyolojik ailem şimdi iyi mi? Kardeşlerim var mı? Atalarım kimdi?

Tıbbi Bilgi – Hangi genleri taşıyorum? Benim çocuklarımı etkileyecek herhangi bir şey var mı?

Benzerlik İsteği – Yaptığım şeyleri kim beğeniyor? Herhangi birileri beni daha iyi anlar mı?

Kontrol – Herkes hayatım hakkında kararlar verdi, şimdi benim sıram!


  • Sorular – Neden terkedildim? Özlendim mi? Benim hakkımda bir şey bilmek istemiyorlar mı?
  • Niçin benim soyadım değişik?
  • Niçin herkesin anne babası genç siz yaşlısınız? Siz ölürseniz ben ne yaparım? Nereye giderim? Beni bu sefer kim alır? Sakın ölmeyin.
  • Uzun süre korktum. Geri bırakılma korkusu. Babam nüfusuna geçirdiğinde rahatladım.
Koruyucu ailesi tarafından bırakılan 6 yaşındaki kız çocuğunun kliniğimizde çizdiği resim ve anlattığı öykü şöyle: Yağmur yağmış, şimşek çakmış, ağaç yok olmuş, elmalar sararmış, gül de yok olmuş.  
Sosyal Hizmetler annemin harçlığını kesiyor, o da beni bırakıyor işte.

Halbuki onu seviyordum. En çok nesini seviyordun? KOKUSUNU. Annemi mutlu etmek istiyordum ama olmadı. Nasıl anlıyordun annenin mutlu olduğunu? Yüzünden, gözlerinden. Gözlerinde güller açıyor ya. Keşke hırsızlar Anne babamı ve kardeşimi çalmasalardı. Beni de çalarlar diye korkuyorum.

“Elden ele gezdiğimi hatırlıyorum. Halen rüyalarımda benzer sorunlar yaşıyorum. Uzun saçlı bir kadın beni kovalıyor. Bazen halen birileri peşimde gibi hissediyorum ve kimse yardım etmiyor. Üstelik benimle dalga geçiyor ve alay ediyorlar. Toplum ne kadar gıcık.


Neşe Erol tarafından hazırlanan ve “Koruyucu Aile, Evlat Edinme Hizmetleri ve Ruh Sağlığı” kitabından alınmıştır (Neşe Erol (2008).Koruyucu Aile, Evlat Edinme Hizmetleri ve Ruh Sağlığı, Ankara Üniversitesi basımevi, Ankara).

PARA ÇİKOLATA


Her can aynı ateşte pişmez ki! Bazı canlar erken pişer, olgunlaşır. Bazıları daha da erken pişer, bilgeleşir. İşte o canlardan biriyim. Ve küçük yaşımda, yaşamımın korlandığı bir bilgeyim. Bilgili insanların bolca olduğu, bilgelerin ise bir elin parmaklarını geçmediği dünyada, ben bir bilgeyim. Sizlere aktarmak istediğim “bilge”lik.  Kulaklarınızı açın da dinleyin. Bilgiyi bulmak kolay, bilgeyi bulmak zor.


Ben bir yuva çocuğuydum. Sessiz, uysal, insanlardan kaçan. Yuvalı olmamı bile anlayamayacak kadar küçükken oldum “Yuva Çocuğu.” Annemin beni bıraktığı bir gün, henüz daha küçücükken anlamaya çalıştığım anlar. Düşünsenize, o kadar sevdiğiniz annenizin ellerinizin arasından uçup gittiğini. Hayattaki tek dayanağınızdan bir gün ayrıldığınızı. Nedenini asla sorgulayamadığınızı. Anlamsızlığın ortasında, henüz küçücükken dünyayı anlamlandırmaya çalıştığınızı. Suçlu mu annem, bilemem. Ama gerçeklik ortada. Henüz altı yaşında, kocaman açılmış gözleri ile, yepyeni bir hayatın başlangıcında bir çocuk orada durmakta.


Anlayamamıştım ilkin ne olduğunu. Hatırlıyorum şimdi. Ağlamaktan gözlerim şişmişti. Bir anda bir çocuk güruhunun içindeydim. İçinde bulunduğu ortamın kaşarı olmuş onlarca çocuk. Sizin üzerinizde yerli yersiz baskı kuran onlarca çocuk. Duygularınızın karmakarışık olmasından mı nedir, bu boğucu baskıya alışıyorsunuz hızlıca. Birileri geliyor ve birileri gidiyor. Bazen de ket vuruyorsunuz kendinize. Kapatıyorsunuz kendinizi, dünyaya, insanlığa. Bir bakıcıya düşen onlarca çocukla, var olmak istiyorsunuz. İlkel değilim, garip değilim, sizden biriyim diyorsunuz etrafınızdaki mahalle çocuklarına. Ama olmuyor. Aramızda bir şeyler var. Konuşamıyorum, ama hissediyorum. Evet derinde bir şeyler var diyorsunuz. O mahalleli çocuk, sense yuva çocuğu. Şairin dediği gibi: “Sen Ciğercinin Kedisi, Ben Sokak Kedisi.”


Yuvada iken, galiba en zor şey kendinizi değerli hissetmek idi. Sonradan öğrendim. Yuva çocuklarında terk edilmişlik sendromu olurmuş. Kendisini değersiz hissedermiş bu çocuklar. Hele bir de gelen giden ziyaretçiler sadece vicdan ağartmaya gelip, sorunu tam anlamıyla ele almak istemeyince, ne çocukların kalplerine dokunurmuş ne de hayatlarına. Ama elbet bazı ziyaretçiler farklıymış. Aynı annem gibi. Beni yüreğinden doğuran annem gibi. Günlerden bir gün ziyaretime gelen sonradan da bana koruyucu aile olan annem gibi. Küçük küçük, ama bu çocukların hayatına dokunan o kadar ayrıntı var ki. İşte onlardan biri.


Ben annemden beni ziyarete geldiği bir gün çikolata istemiştim. Annem bana kocaman kocaman çikolatalar alıp gelmişti. Bense ısrarla hayır bunlardan değil, para çikolata istiyorum demiştim. Bunun üzerine annem, Çanakkale’nin bütün marketlerini dolaşıp, bana para çikolata denilen o sarı jelatinli çikolatalardan arayıp, uzun zaman sonra bularak yanıma gelmişti. O zaman işte hayatımda ilk defa, “Ben birisi için değerliyim.” demiştim. İşte o zaman anlamıştım. Ben ve annem terk edilmişlik sendromunun belini bükmüştük.    
O zamanlar, yuvada kalırken, yatağıma uzandığım her gece, perdeden sızan ışığa bakar ve hayaller kurardım. En büyük hayalim ise, bir gün bu ışığın beni yuvadan alıp başka bir hayata ışınlayacağıydı. O günler artık yaklaşmakta gibiydi. Onun için çok değerli olduğuna inandığım annemle, o ışık benim için doğdu. Önce gönüllü ailem olan annem, sonrasında ise, aramızdaki sevginin daha da büyük olduğunu görerek koruyucu aile olmaya karar vermişti. Bana fikrimi sorduklarında ise, kocamanca bağırmıştım: “Evet, gitmek istiyorum.”


Gittim de. Arkamda örselenmiş bir çocuklukla ve acı hatıralarla dolu bir geçmişle. Bir melek değildim giderken. Annem, onca kaçmama rağmen, adını bile doğru dürüst söyleyemeyen bana tonla emek harcadı. O annem ki, günlerce benim için uğraşıp, onlarca kez psikologlara taşıdı. Ben onu çok üzdüm. Bolca da yaramazlık ve kapris yaptım. Ama onun öyle kocaman yüreği vardı ki, tüm bunlara sabırla dayandı. Bu sabır, zamanla bende de işe yaradı. Ne de olsa, onarılamayacak çocuk yoktu. Zaman içinde de, annem ve babamın hayatlarının odak noktası oldum. Bana hep doğruları anlattılar. Her zaman karşılıksız emek verdiler. Ben sokağa çıkmaya korkarken beni cesaretlendirdiler. Sen yaparsın, sana inanıyoruz, sana güveniyoruz, dediler. Böyle böyle düzeldi her şey.


Sosyal yanlarımın gelişmesi için de çok çaba harcadılar. Önce hayatla daha iyi mücadele edebileyim diye beni yelken sporuyla tanıştırdılar. İlk günler çok zorlansam da, çok severek yaptım bu sporu. Şimdi ise, beş yıldır lisanslı yelken sporcusuyum ve yarışmalara katılıyorum.  Ayrıca, ben de ailemden öğrendiğim şekilde sosyal etkinliklerde yer almayı seviyorum. İyilik ağacı isimli bir projede emek veriyorum. Benden sonra yuvada kalan kardeşlerimin hayatına dokunup onları da mutlu ve başarılı çocuk kervanına katmak için uğraşıyorum. Huzurevindeki yaşlıların el emeği, göz nuru ürettiklerini satarak onların kişisel ihtiyaçlarını karşılamalarına destek oluyorum.


Ben kim miyim? Hayatın bana bir kutu çikolata sunduğu ve içinden en sevdiğim altın kaplama jelatinli para çikolataların çıktığı kocaman bir mutluluğum ben. Hiç bitmeyen bir ışıltıyla, o jelatinlerin yaşamıma altın sarısı ışıklar saçtığı, rehberim, izleğim, hayat ışığım kocaman bir ailenin yüreğinden doğurduğu bir çocuğum ben. Ben bir bilgeyim. Koruyucu aile modelinin başarılı olduğunun kanıtı bir bilge. Genç yaşına, varlığı, yokluğu, terkedilmeyi, sevilmeyi, mücadeleyi, sabrı sığdıran, bu korlarda yanan bir can, bir bilge. Şimdi daha fazla çocuğun mutluluğa yelken açabilmesini düşleyen bir bilge. Ve bu bilgeliğin daha da artması için tek bir şeye ihtiyacımız var: “Para Çikolatayla Yoğrulmuş Sevgi”
Var mısınız?
İrem Başak Bilgin

ETİKET

İlkokulu Isparta'da tamamladım. Ama aklımda kalan en önemli anı maalesef ki hala acı veren ve hala anımsadıkça duygulandıran bir anıdır. Çocuk Yuvasında kalmama rağmen parlak bir çocuktum ve derslerim gayet iyiydi. 5. sınıfta yapılan bilgi yarışmalarına katılma seçme sınavında okul üçüncüsü olmuş ve okulumu temsil etmeye hak kazanmıştım. Fakat son anda sadece yuvada kalmamdan kaynaklı ve dördüncü olan kişinin de sadece subay çocuğu olmasından kaynaklı etkenler devreye girip yarışmanın yapılacağı gün sabahı okul müdürünün yuva çocuklarına verip veriştirip bana da uzun bir güzelleme yapmasından sonra benim kendimi yedekte bulmama yol açmıştı. Sonradan turlar atlanmaya başlandı ve okulumuz tarihinde ilk defa Isparta Finaline kaldı ve bu süreçte de bana hep yedeklik kısmet oldu. Son gün 3 okul yarışıyordu ve ilk on soruda bir okul elenmiş ve Fevzipaşa İlkokulu ile bizim okul arasında kıyasıya bir yarışın başladığı yedek sorulara geçilmişti. Altın soru uygulamasının yapıldığı yedek sorular da bilemeyen elenecekti. 14. soruda "Tarihteki ilk yazılı kanunları kim yapmıştır?" diyordu ve Fevzipaşa İlkokulu "hammuRabi" derken, bizim okul "hammuRRabi" diyordu. Okul Müdür Yardımıcısı tarih öğretmeni hanımefendi yanımda oturmaktaydı ve oley iye sıçramıştı. Oturduğunda kendisine sosyal makinesi olarak okulda ün salmış olmamın verdiği bilgelikle "Bizim okulun cevabın yanlış çünkü iki R var." dedim. Sadece yüzüme baktı ve baktı. Fevzipaşa İlkokulunun uzun itirazları ve telefonlar telefonlar neticesinde bizim elenmemize karar verildi ve bölge finallerine gidememiştik.
Hala anımsadığım bu anıda o tek "R"nin ilahi adaletin yansıması olduğunu bilerek ve içten içe gülümseyerek Allah'ın yuva çocuklarına karşı yapılan bu haksızlığa göz yummadığını düşünürüm. Müdür Yardımcısı ile Müdürün ise yarışmadan sonra yenilen yemekte elenmekten değil, hak yiyerek elenmekten kaynaklı lokmaların boğazlarında düğümlendiğini görmek de, ne kadar hakkımın yenildiğini düşünsem de, benim için de üzüntü kaynağı olarak kalmaya devam etti. O güzelim lekeyse, hep hafızam da kaldı.

Saçsız/Without Hair




Devlet korumasında kalan çocuklar müthiş bir alt kültür oluşturur. Dayanışır, birbirinin en iyi dostudur. Abisi, ablası, kardeşi, annesi, babası. Bu alt kültür oluşturmanın elbet birçok nedeni vardır. Bugün ben yalnızca bir tanesi ele alacağım. Devlet korumasında iken saçları kısacık kesilen ve gittiği okullarda bütün hocaların şipşak yuvalı olarak bu çocukları ayırt etmesine olanak veren bir faaliyet: Saçları kısacık kesme. Hem de kız erkek ayırmadan. Ne olacak ki bir çocuğun saçını kesmek demeyin. Herhalde yuvada kalan çocukların üzerinde en olumsuz etki yaratan faaliyetlerin başında gelir kısacık kesilmiş saçlar.


Evet, kısacık kesilmiş saçlar. Nasıl mı oluyor? Aynen şöyle. Türkiye'nin ücra bir köyünden "Resmi Hizmete Mahsustur" yazan bir arabayla devlet korumasına alınıyorsunuz. Tabi size bu statü mahkeme tarafından veriliyor. Muhtar da durumdan haberdar. Sonra köyde bir dedikodu: "Şatırların çocukları devlet alacemiş. Böğün yarın gelirler deyola." Sen küçücük çocuk olarak dünyanda bu kocaman değişikliğe önce kızıyorsun. Kaçmak istiyorsun. Bilmiyorsun nerelere gideceğini. Hayatında köyden çıkmamışsın. Bir cami vardır. Onun sağında solunda bir yerlere falan devekuşu misali saklanıyorsun. Gelen sosyal hizmet uzmanı sanki seni bulamayacak. Köylün nereden bilsin ki o sosyal hizmet uzmanı. O, devlet demek oralarda. Kadri mutlak devlet. Ahanda buradaymış deyip seni tutup veriyorlar. Ağlayanın bile olmuyor köyünden giderken. Sonrası ne mi? O arabanın içinde ömrünün en uzun yolculuğu. Nereye mi gidiyorsun? Sen hariç herkes biliyor. Hayatında belki ilk defa göl, nehir falan görüyorsun. Belki de deniz. Vardın galiba. Senin gibi onlarca çocuk. Ama temas yok ilkin. Toplama kampından halllice bir yerdesin. Önce saçları üçe vur. Gırrrr, gırrrr, gırr. Sonra eşyalarını çıkar anadan üryan kalıncaya kadar. Eşyalar tabi senin tarafından kaloriferhaneye. Ardından da bir komut: "Gir len banyoya." Haşlana taşlana sıcak, çok sıcak bir banyo. Kim bilir hangi çocukların eskitemediği bir iç çamaşır seti, şort tişört. Aha şurası dolabın dedikleri boyun kadar demirden bir dolap. Şunlar da terlikler ve ayakkabılar. Hadi bakalım askerlik başladı. Yemek sıraları, yemek duaları. Nasıl mı dua: "Allahımıza hamdolsun. Milletimiz varolsun. Yarabbim bana verdiğin nimetler için sana sonsuz şükürler olsun. Amin." Ardından nöbetçi öğretmenin komutu: Afiyet olsun. Bir hemşire çıkıp da bizleri düşünüp hadi çocuklar iyi beslensin derse, sevimlice "Önce çorba, ekmek doğra." İnsanlığa sık sık selam veren bir temizlikçi ise hocalardan da çekinerek "Olum sol elle yeme. Günah." Sonrası mı "Sadece kaşık sesi duyulsun. Aranızda konuşmayın. O yemekler bitecek. Bitecek."


Çocuklar arasında ise bir fobidir her gün kıllı et yemek. Aman nolur yemeyelim de nolur nolur da nolur. Hiç unutmam bir gün Tekmile diye bir kız çöpe yemek dökmüştü de, hoca çöpü tekrar tabağına döküp yedirmişti zorla kıza. Yenir aslında sıkıntı da olmaz tek başına olsan nolcak ki. Ama onlarca çocuk var. Hep dalga geçecekler. Sonrasını düşün TEKMİLE. Ağlamalar sızlamalar boşuna. Sonuç negatif. Şanslıysan ve de portakal çıkmışsa çaktırmadan kabukların arasına sevmediğin yemekleri sıkıştır. Yanında da güvendiğin arkadaşların varsa seni hocaya ispiyonlamayacak. Derin bir nefes al. 1, 2, 3 dediğinde koş ve dök. Arkana da bakma. Sonrası derin bir ohhhhhhh. Bugün de yırttık.


Saçlara gelirsek: Evet, onlar düzenli aralıklarla nizami şekilde kesilir. Kesenin emin olun hiç bir tecrübesi de yoktur. Bizimki terzi kadrosundaydı mesela. Ama Allahtan kumaş kestiği makasla kesmiyordu. Kızlı erkekli üç numara. Sonra sen okula gitmek isteme. Ağla sızla. 20 tane yuvalı aynı okuldasın. Kabak gibi ortadasın. Hoca senin yuvalı olduğunu biliyor. Zaten okula bile uygun adım marş 20 kişi aynı anda gidiyorsun. Çocuğunun seninle oturduğunu gören veli soluğu okulda öğretmeninin yanında alır ve "Hocam benim oğlanı o yuvalı İsmail'le oturtmayın da ne dilerseniz dileyin." Simit bile okulda yuvalı bir çocuğa verilirdi 3. dersin teneffüsünde ve bütün yuvalı çocukları bulurdu o sınıflarında ve ellerine verirdi. Hatırlarım: Çoğu yuvalı çocuk o simitleri almak istemezdi direkt yuvalı olduğu yüzüne çarpıyor arkadaşlarının arasına diye. Sen saçlarına üzül, üzül, üzül. Boşuna. Hele bir de hadi yuvayı geçtim bir de dershaneye gidiyorsan oradaki hoca da: "Kusura bakma yavrum sen kız mısın erkek misin? Vallahi anlayamadım kusura bakma" dediğinde gözlerinde biriken yaşları nereye koyacağını bileme.


Ama çaresi de var elbet çocuk aklınla bulduğun saçsızlığa. Bol bol saçını ıslat mesela. Hani çim adamlar vardır ya suladıkça uzar. Belki Allah saçlarını da öyle uzatır. Bol bol da dua et Allahım nolur saçım uzasın diye. Yaz sıcağında şapkalı pardesünle kafana sıkı sıkıya bağlı şekilde koş bahçede. Ya terlemiyor musun diyenlere yooooo de. Bu da ilkel bir çözüm ama işe yarıyor. Peruk postiş henüz zor işler. Tahayyül dahi edemezsin. Eee işte kendince.


"Saçsız" sonuç ne mi? Yüzlerce yaralı bilinç rehabilitesi çok zor olan.

SEN KİMSİN BULUT?

Sevgili Güncem; dün 2 Şubattı. Yani benim doğum günüm –benim olmayan doğum günüm- tam on iki yaşıma girdim. Bizim grup odasında doğum günü pastası üzerindeki mumları söndürürken arkadaşlarım “iyi ki doğdun” dediler koro şeklinde. Ben de içimden “neden” diye koroya eşlik ettim. Bana neden böyle düşündüğümü soracaksın, biliyorum. Anlatmalıyım benim gizli sırdaşıma.
Bizim grup annesi, Yeter anneyi seviyorum. Başka annelerde var, onlarda iyiler ama ben onu daha çok seviyorum. Bana karşı dürüst davranıyor. Grup odasında beni kucağına yatırıp sohbet ediyoruz. “Bulut oğlum benim” diye başımı okşadığında, sırtı sıvazlanan kedi gibi kollarında mayışıyorum. İlk banyomu kendisi yaptırmış, sonra bana ilk mamayı da veren o. Aramızda kelimelerle ifade edilemeyen bir yakınlık var. Üniformalı kucaktan ilk onun sivil kucağına inmişim. “Geldiğinde, yalın ayak başıkabak, pasaklı bir bebektin” der her zaman.
Leyleklerin bebekleri getirdikleri savı kesin doğru. Zira leylek babanın ağzındaki kundaktan yanlış evin çatısına düşürülmüş olmalıyım.

Buluntu bebek! Ben buymuşum. Daha doğrusu uzman İpek Ablanın, çay almak için sosyal servisten çıktığında el çabukluğu ile karıştırdığım kara kaplı çocuk kayıt defterinde kendi adımın karşısında bulunan kutucukta böyle yazıyordu. Bulut Yüksel: Buluntu bebek! İpek Abla, elinde çay fincanı ile döndüğünde, daha yerine oturmadan “buluntu ne demek” diye sorduğumda gözleri şaşkınlıktan kocaman açılmıştı. Muhtemelen dikkatsizliğine hayıflanarak. Şaşırması gereken bendim ve şaşkınlığım hava gazı doldurulan uçan balon gibi yükseliyordu. Patlamam için bir iğne ucu olmadı İpek Abla. İpek Ablaya şöyle demek isterdim; beni benden neden saklıyorsunuz?
Kendi varlığımla ilgili merak ettiğim temel bir sorunsalım vardı zaten, bir de yabancısı olduğum bu kelime bütün inançlarımı alt üst etti. On iki yaşımın taşıdığı belleğimde hiçbir açıklaması ya da karşılığı bulunmayan kelime. Buluntu! Nesneler dünyasında kalem, cüzdan ya da anahtar kayboluyor ya da bulunuyordu. Bir bebeğin kaybolması ya da bulunması ne demekti. Beni nereden bulmuşlardı, ailem beni kayıp mı etmişti?
İnsan geçmişini kaç yaşından sonra hatırlamaya başlar? Ya da hatıraların başlangıç tarihi nedir insan ömründe? Çocukluğuma dair hatırladığım en erken hatıra yedi yaşımda iken okula gitmeden önce yuvada yapılan sünnet törenim. O da sanırım canımın çok yanmasından hafızama kazındı. Eğer Yeter annenin dediğine göre bebek yaşımda yuvaya geldiysem, yedi yaşıma kadar geçen zaman nerede, yedi yılımda kayıp durumda. O yılları kim bulacak?
Ben kimim? Cevabını bulmakta zorlandığım soru. Sosyal serviste demir bir dolap var, daima kilitli duruyor. Uzman İpek Abla, o dolapta çocukların kişisel dosyalarının yer aldığını söylemişti. Yuva da kalan bütün çocukların bir şahsi dosyası varmış ve o çocukla ilgili bütün hayati bilgiler dosyaya işlenirmiş. İpek Ablaya, neden bizim dosyamızın kilit altında tutulduğunu sorduğumda bana, o dosyalarda herkesin bilmemesi gereken gizli bilgiler olduğunu söylemişti. İyi de neden ben kendimle ilgili onların bildiği gizli bilgileri bilmiyorum. Kendimle ilgili bilmemem gerekenler nedir?
Bu açıklama merakımı kamçıladı. Şimdi kafamda senaryolar kuruyorum. O kapalı dolap gözümde ulaşılmazlığını koruyor. Ama bir fırsatını bulup o gizemli dolaba göz atmak gibi bir isteğim var. O dolapta kendimi bulacağımı sanıyorum.
Ben kimim? Harçlık defterinde, eşya defterinde, çocuk kayıt defterinde, gizli bilgilerin yer aldığı şahsi dosyam ve bir de yoklama defterinde yer alan bir isimden mi ibaretim? Yoklama defterinde var ya da yok işareti konan herhangi bir isim olamam. Grup öğretmenim için harçlık ve eşya defterinde imzalara tam olması gereken bir isim de olamam. Sosyal servis için ise çocuk kayıt defterinde ve şahsi dosyamda mevcut olan bilgiler ya da isimler hiç olamam. Bütün bunlar çözmem gereken şifreler, bulmaca parçaları olamaz.
Çocukların soruları neden büyükleri bunaltır? Soru sormayan, merak etmeyen, ortalığı karıştırmayan, asi davranmayan bir çocuk mudur akıllı ve uysal olan? Ben akıllı ve uysal olmak istemiyorum. Ben kendimi bulmak istiyorum.
Hayatımın, üzerime neden bir numara büyük geldiğini anlamaya başladım. Bedenimde duran elbiselerin oluşturduğu potluk gibi hayat. Ne kadar da sağından solundan çekiştirsem, o iğreti kıyafet üzerimde hep başkasına aitmiş gibi duruyor. Ben var mıyım? Varlığımın göstergesi bana ait olmayan şeyler. Kurum yetkilileri tarafından konmuş bir ismim, Bulut Yüksel, nüfus müdürlüğü tarafından uydurulmuş doğum tarihim, 2 Şubat, her buluntu çocuğa uygun kafadan atılan aile bilgileri. Benimle ilgili yazılı bilgilerin doğru olmadığına kendiniz inanmıyorsunuz ki.
Adımın Bulut olması ile buluntuluğum arasında bir anlam yakalamaya çalıştım. Kütüphanedeki bütün sözlükleri ve ansiklopedileri karıştırdım ama Bulut ile buluntu arasında ses benzerliği dışında hiçbir bağ bulamadım.
Bulut’u aynalarda bulurum umuduyla saatlerce ayna karşısında zaman harcadım. Ablak suratımı, küçük bir domuzunkine benzeyen burnumu, ince dudaklarımı, ela gözlerimi inceledim. Bana benzeyen kimsem olmadığından kendimle ilgili bir çıkarsamada bulunamadım. En sonunda aynadaki yansımama dil çıkarıp kendime nanik yaptım, yapacak başka bir şey olmadığından.
Şimdi sorular, sorular… Cevabını bulamadığım sorular. Küçük çocukların büyük sorularını küçük cevaplarla geçiştiren büyükler.
Peki, günce arkadaşım, ben bu sorunun cevabını nereden bulacağım?
Sen kimsin Bulut?

VAZGEÇME


Neşe ablam “Duygularını ve deneyimlerini yazarak başkalarıyla paylaşmayı ister misin?” demişti ama bir türlü yazamamıştım derslerden ve nereden başlayacağımı bilemediğimden. Şu anda Antalya’dayım, gerçekten çok güzel bir şehir. Denize karşı oturdum belki manzaranın güzelliği yazmama yardımcı olur diye. Çünkü yazmak gerçekten çok zor. Ama İNSANLARIN VE KURUMLARIN bizleri anlaması için elimden geleni yapacağım. 
Duyduğum kadarıyla biyolojik ailem ben küçükken boşanmışlar ve ben annemde kalmışım. Aslında sadece ben değil benimle birlikte üç kardeşim daha. Annem, “daha sonra alacağım” diyerek bizleri bir komşuya bırakmış ve sonra da almamış. Fark ettiyseniz sözüme duyduğum kadarıyla diye başladım. Bir insana en zor gelen şey geçmişini bilmemesi, ne olduğunu, kimin kanını taşıdığını bilmemesi. İnsan kızıyor. Her şeye, herkese isyan etmek istiyor. Kendi yaşıtının tokasını veya kıyafetini kıskanacağına ailesini kıskanıyor. Ama sonraları yaşadıkça bazı şeylerin, bunların hiç birinin benim suçum olmadığını anladım. Beni bana küstüren aslında onlarmış. Ben her seferinde kendime hep şu soruyu sordum; “Neden Ben?”. Cevabı yok ve olmayacak da.  İşte bunu anladığında da kaderi öğreniyorsun. Hayat sana birçok şey öğretir. Kimisi bunu ailesi yanındayken kimisi de yalnızken öğrenir. Ve ben, oradaki çocuklar ve kendi adıma şunu biliyorum ki hayatın bize öğrettiği şeyleri düz bir yolda öğrenmedik. O yolların bazıları engebeli bazıları da bataklıktı. Ben her iki yolu da denedim sadece iki şansım olduğunu düşünmüştüm. Ya kötü bir hayatım olacak ya da belki bir hayatım bile olmayacaktı. Ama sevginin bana öğrettiği en güzel şey üçüncü bir yoldu “SEVGİNİN YOLU”. Ben bunu zor keşfedenlerdenim. Keşfedene kadar belki yapmadığım şey kalmadı. Evden birçok defa kaçtım her seferinde korkum yeniden yuvaya bırakılmaktı. Koruyucu ailemi çok üzdüm. Her şeyimle onları hırpaladım ama onlar vazgeçmedi benden. Bir an olsun vazgeçmediler. Böylece sevginin yolunun vazgeçmemekten geçtiğini öğrendim. Demek ki benden de vazgeçmeyenler vardı hayatta. Kurumda yalnızca görev yapan görevli kadınlara “Anne” diyorlardı. Nasıl derler böyle bir şeyi diye düşündüm. Anne çok kutsal bir kelimedir, sadece Anne olmayı başaranlara verilen cennetten çıkmış bir isimdir. Bu sözcük bu kadar basite indirgenemezdi.

Şimdi düşünüyorum da orada bir sürü çocuk var ve ben ailemin yanındayım. Gerçekten gerçek dediğim beni seven bir ailenin yanında. Birileri sizden bu kadar çabuk vazgeçiyorsa siz onlardan neden vazgeçemeyesiniz ki?      
                                                                                                                
Bana asıl değer verene değer vermeyi öğrendim. Doğurmanın bir marifet olmadığını, sadece üstünde emek harcadığın bir şeyin kıymeti olduğunu öğrendim. Kimisine vermese de, Tanrı bana dört yapraklı bir yonca sundu önüme. Bu dört yaprak; anne, baba, ev ve en önemlisi sevgiydi, belki sevgiden de öte aşktı. Biz üç kişi birbirimize aşık olduk. Her şeyimizle birbirimizi kabul ettik ve yeni bir hayata başladık. Umarım Tanrı orada bulunan sevgiye aç her çocuğa da dört yapraklı bir yonca sunar. TEŞEKKÜR EDERİM.


İsimsiz

Neşe Erol tarafından hazırlanan ve “Koruyucu Aile, Evlat Edinme Hizmetleri ve Ruh Sağlığı” kitabından alınmıştır (Neşe Erol (2008).Koruyucu Aile, Evlat Edinme Hizmetleri ve Ruh Sağlığı, Ankara Üniversitesi basımevi, Ankara).

Çocuklarımızla İlk Gece ve birlikte



Evimizde ilk defa bizim olan 3 çocuk vardı ve ne kadar hazırlanmış olsak da o anlardaki heyecanımı hiç unutabileceğimi sanmıyorum.


Çocuklarımızı Çocuk Esirgeme Kurumu'ndan aldığımızda artık hava kararmaya başlamıştı. Onları bir süredir kendilerini güvende hissettikleri yerden ve tanıdıkları arkadaş ve büyüklerden göz yaşları arasında koparıp arabamıza zorla bindirmek zorunda kaldık.
Üçü de gözlerini fal taşı gibi açmış neler olduğunu anlamaya çalışıyorlardı. Eve varıncaya kadar evimizin değişik odalarında çekilmiş fotoğrafları onlara göstermeye başladık ki nereye götürdüğümüzü biraz anlayabilsinler. Evde bizi bekleyen köpeğimizin resmini de ayrıca gösterdik ki bizim minik boxer onları korkutmasın diye.

Tüm yol boyunca ağızlarını bıçak açmadı, tek bir kelime bile söyletemedik. Bebek zaten yorgunluktan kucağımda uyuya kaldı.
Eve geldiğimizde kapıdan girdik ve ilk tepkiyi köpek aldı ve ondan korktular. Ama yatışmaları uzun sürmedi. Duffy (boxer dostumuz) da aylardır odanın kimin için hazırlandığını anlamıştı şimdi.
Artık bundan sonra hepimiz için “İLKLER” başladı. Onlar bizimle yaptıkları her şeyi ilk defa yaşayacaklardı biz de onlarla ve onlar için yaptığımız her şeyi ve yaşadıklarımızı ilk defa tadacaktık.
(alıntı resim, gerçekle alakası yoktur.)
Evimizde ilk defa bizim olan 3 çocuk vardı ve ne kadar hazırlanmış olsak da o anlardaki heyecanımı hiç unutabileceğimi sanmıyorum.
Üç çocuğumuz da o gün ikişer aşı olmuşlardı ve üçünün de gece ateşleri çıktı. Hepsi bir ağızdan ağlıyorlardı ve biz sabaha kadar onları rahatlatıp uyutmaya çalıştık. İlk gecemiz muazzam zordu ve ben açıkçası “Tanrım acaba  kabus mu görüyorum” diye düşündüm. İki küçükler bezliydi ve ateşin etkisi olsa gerek ishal olmuşlardı, ortanca kızımız aşıdan kolunu oynatamıyordu, büyük kızımız ateşli de olsa bizim dost mu düşman mı olduğumuzu tartmaya çalışıyordu ve bebek her ağladığında bana “ bebeye bak “ diye direktif veriyordu.

Doktor bir dostumuz o gece evimizde bizi ziyarete geldi ve hepsini muayene etti. Bebeğin ne kadar mama içtiğini kontrol etti ve ateşlerini düşürmek için bir ilaçla birlikte ılık duş tavsiye etti. Tavsiye etmek çok kolaydı ama küveti görünce iki kızım da henüz bana güvenmedikleri için avazları çıktığı kadar ağlamaya başladılar. Ne yaptıysam çırpınışları durmadı ve çareyi ancak paçalarımı sıvayıp küvete ilk benim girmekte buldum.

Eşim ve kardeşime sıkı sıkı tutunarak benim saçımı yıkamamı seyrettiler ve sonunda onları küvete girmeye razı ettim ama feryatları tekrar başladı. Zar zor ilk duşlarını yaptılar.

Bize güvenleri onları yumuşak yumuşak kurutup giydirdiğimizde başladı galiba. Okşanırcasına kurutulmak ve sonra yepyeni mis kokulu pijamalar giymek belli etmemeye çalışsalar da hoşlarına gitti. Yataklarına yattılar ve odalarında oturup onlara masal gibi bizi ve evimizi anlatarak uyumalarını bekledim.

O gece herkes kaçta uyudu hatırlamıyorum ama  oldukça geç saatlerdeydi... Sabaha karşı biz eşimle ve çocuklarımızla evimizde yalnızdık ve yavrularımız odalarında uyuyorlardı. O gece başta bebek olmak üzere hepsini defalarca kontrol ettik.  Bebek mama saatinde uyandığında ablaları da kalkıp onunla ilgilenirken her hareketimi takip edip bebek kardeşlerine zarar veriyor muyum diye baktılar.

Onları rahatlatmak için her eylemimden önce ne yapacağımı yumuşak bir sesle söyledim, böylece onlar masal gibi beni dinlemeye başladılar ve yaptıklarımı film gibi izlediler.

Bu bizim ilk gecemizdi ve zor bir geceydi. Ne hissedeceğimi bilemiyordum. Çok yoğun duygular vardı içimde. Onlara şefkat hissediyordum ve yaşadıkları bu travmayı hafifletebilmek için sürekli ne yapabilirim ! diye düşünmeye çalışıyordum. Korkan, neler olduğunu anlamaya çalışan, ateşli, iki küçücük çocuk ve kısacık hayatında tanıdığı dünyadan kopartılıp bambaşka bir yere getirilen minicik bir bebek.

O ilk gece Tanrıya onları bize hediye ettiği için şükranla dua ettim ve anneliğe attığım ilk adımlarda ve gelecekte, ne olursa olsun ve ne kadar zorlukla karşılaşayım çaresizliğe yenik düşmeyeceğime yemin ettim.


Neşe Akkerman